Yapılan Dolandırıcılık Faaliyetlerinde Bankaların Hukuki Sorumluluğu
Dolandırıcı kişilerin belirli veri tabanları üzerinden eriştikleri numaralara ulaştıktan sonra kişileri çeşitli bahanelerle arayarak yapılan dolandırıcılığa telefon dolandırıcılığı denilmektedir. Yapılan dolandırıcılık faaliyetleri neticesinde dolandırılan kişiler dolandırıcıların hesaplarına para aktarmakta veya kredi kartı bilgilerini vererek ciddi mağduriyetler yaşamaktadırlar.
Maddi açıdan mağdur olan kişilerin ise mağduriyetlerinin giderilmesi konusunda bankaların sorumlu olup olmayacağı konusunda Yargıtay 11. Hukuk Dairesi emsal bir karara imza atmıştır.
Daire 17.03.2021 tarihinde vermiş olduğu 2019/4714 Esas ve 2021/2525 K. sayılı ilamında “davacının cep telefonuna uzaktan erişim ile SMS yönlendirmesi yapılarak, bankalar tarafından gönderilen ve içerisinde onay şifresi bulunan dinamik şifre SMS’leri kendi telefonlarına yönlendirdikleri ve para transfer işlemleri yapıldığı, internet bankacılığını müşterilerine özendiren davalı bankaların kendisine emanet edilen mevduatı koruma özel yükümlülüğü gereğince; internet bankacılığı işlemlerinde işlem yapanın gerçek müşteri olup olmadığını belirleme yönünde, gelişen dolandırıcılık yöntemlerine karşı, bunları önleyici gerekli altyapının sağlanarak güvenlik önlemlerini almak zorunda olduklarını, bozmadan sonra temin edilen bilgi ve belgelerin sonucu ve kusur oranını değiştirir nitelikte olmadığı, davacının 44.825,00 TL tutarındaki zararından davalı bankaların davacıya karşı müteselsilen sorumlu oldukları gerekçesiyle, davanın kabulüyle 44.825,00 TL’nin 26.08.2013 tarihinden itibaren işleyecek avans faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline dair verilen karar davalı Vakıflar Bankası vekili, davalı Yapı ve Kredi Bankası vekili temyiz istemi üzerine Dairemizce onanmıştır.”
şeklinde bir hüküm kurarak; üçüncü kişiler tarafından, bankaların gönderdiği ve içerisinde onay şifresi bulunan dinamik şifre SMS’inin şahısların kendi telefonlarına yönlendirmesi suretiyle, kişilerin mağdur edilmesi halinde, bankaların kişilere dolandırıldıkları tutarı avans faizi ile ödemesi gerektiğini belirtmiştir.
Boşanma Davalarında Manevi Tazminat Tutarının Belirlenmesi
Türk Medeni Kanunun Maddi ve Manevi Tazminat Başlığı Altında düzenlenen 174. maddesi gereğince boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olan diğer taraftan manevî tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebileceği düzenlenmiştir.
Bu bakımdan da tek tek bakılacak olunursa, bir boşanma davasında tazminata hükmedilebilmesi için tazminatı talep edecek kişinin
- Kişilik Haklarına Bir Saldırı Olması
- Manevi Bir Zararının Doğması
- Kusursuz Olması veya Diğer Eşe Göre Daha Az Kusurlu Olması
gerekmektedir. Bunun yanında manevi tazminat talep edilebilmesi için tazminat talep edilecek kişinin kusurlu bir hareketinin bulunması da gerekmektedir.
Manevi tazminat tutarını belirlenmesi ise hukukumuzda tartışılan bir konudur. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2021/809 E., 2021/1996 K. sayılı kararıyla “Boşanmada manevi tazminatın amacı, boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan tarafın, bozulan ruhsal dengesini telafi etmek, manevi değerlerindeki eksilmeyi karşılamaktır. Bir tarafın zenginleşmesine yol açacak sonuçlar doğurur miktarda manevi tazminat takdiri, müesseseyi amacından saptırır.” şeklinde hüküm kurarak, dava sonucunda hükmedilecek manevi tazminat miktarının talep edenin zenginleşmesine yol açmayacak kadar olabileceğini belirtmiştir.
Muhattabın Bilinen En Son Bilinen Adresine Mernis Şerhi Verilerek Tebligat Kanununun 21/2. Maddesi Uyarınca Doğrudan Tebligat Çıkartılması Muhtara Tebliğ İçin Yeterlidir.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu 20.11.2020 Tarihinde yapmış olduğu Büyük Genel Kurulunda, muhatabın bilinen en son adresine çıkartılan tebligatın iade edilmesi ve adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresinin bu adresten farklı olması halinde; adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine “Mernis Adresi” şerhi verilerek Tebligat Kanunun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat çıkartılmasının yeterli olup olmadığı, öncelikle bu adrese normal bir tebligat çıkartılmasının gerekip gerekmediğine ilişkin bir karara varmıştır.
Buna göre Kurul vermiş olduğu 2019/2 E. ve 2020/3 K. sayılı kararıyla ” Muhataba iradesi hilafına, bir başka yerde yapılan her tebligatın sonuçlanmasını, yine ve ancak muhatabın kabulüne bağlanmıştır. Kazai merciler bakımından bildirilen adresin aynı zamanda bilinen adres olup olmadığının denetlenmesi ve bilinen adresin dışında başkaca bir adresin bildirildiği durumlarda ise buna itibar edilmeyip öncelikle bilinen /muhatapça bildirilen adresin esas alınması gerekmektedir. Dolayısıyla bilinen en son adresin tespitinde muhatabın bildirdiği adres önceliklidir.
…
Tebligat Kanununun 10. Maddesinin 2. fıkrası “… Bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması halinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat bu adrese yapılır…” şeklindedir.
…
Kanun koyucu bilinen en son adres ile mernis adresinin aynı olması halini ayrıca düzenlememiş ise de bu durumla ilgili bir içtihat aykırılığı bulunmamaktadır. İçtihadı birleştirmenin konusu, muhatabın bilinen en son adresi ile adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresinin farklı olması durumuna ilişkindir.
…
Tebligatın muhatabın bilinen en son adresine yapılması ve böylece muhataba ulaşılması amaç olmakla birlikte bu konudaki zorluklar dolayısıyla kanun koyucu bir varsayım olarak adres kayıt sisteminde kayıtlı yerleşim yeri adresini bilinen en son adres olarak kabul etmiş ve kişilere bir yükümlülük getirmiştir.
…
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında mernis adresine Tebligat Kanununun 21. maddesinin 2. fıkrasına göre yapılması şerhini içeren tebligatlarda uygulamada bir kısım posta memurlarının gösterilen adrese gidip kapıyı çalmadan tebligatı doğrudan ilgili mahalle muhtarına bıraktığı, bu nedenle muhatapların tebligattan haberi olmadığı hususu tartışma ve değerlendirme konusu olmuştur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Tebligat Kanununun 21. maddesinin 2. fıkrasına göre yapılacak tebligatlarda posta memurunun tebligat zarfında gösterilen mernis adresindeki kapıyı çalmadan tebligat evrakını muhtara bırakarak ihbarnameyi kapıya yapıştıracağı yönünde Kanun ve Yönetmelikte bir düzenleme bulunmamaktadır. Belirtilen maddenin başlığı “… tebliğ imkansızlığı ve tebellüğden imtina…” şeklinde olup, posta memuru gösterilen adresteki kapıya gitmeden tebliğ imkânsızlığını saptayamaz. Yine Yönetmeliğin 31. maddesinin başlığı “… adres kayıt sistemindeki adreste bulunamama halinde yapılacak işlem…” şeklinde olup, posta memurunun adres kayıt sistemindeki adrese gideceği ve muhatabın gösterilen adreste hiç oturmamış veya sürekli olarak ayrılmış olması halinde aynı maddenin 2. fıkrasına göre işlem yapması gerektiği konusunda kuşku bulunmamaktadır. Nitekim bu husus Tebligat Kanununun 21/2. maddesinde de belirtilmiştir. Bu nedenle yasal düzenlemelere aykırı olarak Tebligat Kanununun 21/2. maddesine göre yapılması şerhini içeren tebligatlarda uygulamada bir kısım posta memurlarının tebligat zarfında gösterilen adrese gidip kapıyı çalmadan tebligatı doğrudan ilgili mahalle muhtarına bıraktıkları gerekçesiyle muhatabın adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine öncelikle normal bir tebligat çıkartılması suretiyle üç aşamalı tebligat yönteminin uygulanması gerektiği görüşü usul ve yasaya aykırıdır.
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında tartışılan konulardan bir diğeri ise muhatabın bilinen adresine çıkarılan tebligatın (bila) tebliğ edilemeden iadesi durumunda adil yargılanma hakkı ile hukuki dinlenilme hakkının gereği olarak Tebligat Kanunu’nun 21, maddesinin 2. fıkrasına göre tebliğden önce mernis adresine normal yoldan tebligat çıkarılması suretiyle bilgilendirme hakkının sağlanması gerektiği hususudur.
Kanun ve Yönetmeliğin amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır. Hal böyle olunca, Kanun ve Yönetmelik hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Tebligat Kanunu ile Yönetmelikte öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz. Kanun ve Yönetmelikte yer almayan bir usulle de tebligat yapılamaz Nitekim, Kanunun ve Yönetmeliğin belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı yerleşik yargısal içtihatlarda da açıkça vurgulanmıştır. Kanunda belirtilen usulle tebligat yapılması hukuki dinlenilme hakkının da gereğidir.
Önemle belirtmek gerekir ki hukuki dinlenilme hakkı Tebligat Kanunu hükümlerine uygun biçimde haber vermeyi gerektirir. Tebliğ ile kendisine tebligat yapılan kimse açılan davadan zamanında ve tam olarak, eksiksiz haberdar olmalıdır. Eğer tebligat yasaya aykırı yapılmışsa, hukuki dinlenilme hakkı ihlal edilmiştir. Açılmış olan dava ve bu davada ileri sürülen iddia ve savunmalar hakkında bilgi verme genel olarak tebligat biçiminde yapıldığından ilgililerin adreslerinin bilinmesi ve tebligatın ilgilinin doğru adresine yapılmasının çok büyük önemi vardır. Tebligat ilgilinin bilinen en son adresine yapılacaktır (Tebligat K. m.10). Kendisine usulüne uygun tebligat yapıldıktan sonra ilgili adresini değiştirirse, yeni adresini tebligat yaptırmış olan mercie bildirmelidir. Bundan sonraki tebligatlar bu yeni adrese yapılacaktır. Aksi takdirde, yeni adresi tebliğ memuru tarafından da belirlenemez ise, bu tebligatın nasıl yapılacağı Tebligat Kanunu’nun 35. maddesinde gösterilmiştir. Bu işlemlerin eksik yapılmış olması da tebligatın usulüne uygun yapılmaması ve dolayısıyla hukuki dinlenilme hakkının ihlâli sonucunu doğuracaktır. Ancak usulsüz tebliğe rağmen ilgili tebligattan haberdar olmuşsa, bu durumda hukuki dinlenilme hakkının ihlali de söz konusu olmayacaktır. Tebligat Kanunu’nun 28. maddesine göre. adresi meçhul olanlara tebligat ilânen yapılır. Adresi bilinemeyen ve tüm araştırmalara rağmen bulunamayan kişilere karşı son çare olarak ilânen tebligat yapılır. Tebligat Kanunu’ndaki koşullara uygun olması şartıyla, ilânen tebligat hukuki dinlenilme hakkının bir ihlâli değildir .Yukarıda ayrıntılarıyla açıklandığı üzere muhatabın bilinen en son adresine çıkartılan tebligatın iade edilmesi ve adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresinin bu adresten farklı olması hâlinde; adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine “Mernis adresi” şerhi verilerek Tebligat Kanunu’nun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat çıkarılması Tebligat Kanunu ile Yönetmelikteki koşullara uygun olduğundan hukuki dinlenilme hakkının bir ihlâli değildir.
…
Adil yargılanma hakkı hukuki dinlenilme hakkı gerekçe gösterilerek Tebligat Kanunu’nun 21. maddesinin 2. fıkrasına göre tebligat yapılmasının bir koşulu olarak mernis adresine normal tebligat gönderilmesi gerektiği görüşü, Kanunda belirtilmeyen bir şekilde tebligat yapılması sonucunu doğurur. Yönetmeliğin 16. maddesinin 2. fıkrası, 30. maddesinin 1. fıkrası, 31. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendi 6099 sayılı Kanun’un genel gerekçesi ve Tebligat Kanunu’nun 10 ve 21. maddeleri ilgili değişikliklere ilişkin 6099 sayılı Kanun gerekçesinde mernis adresinin bilinen en son adres olarak belirtilip bu nedenle başkaca adres araştırması yapılamayacağı emredici bir hüküm olarak ortaya konulmuşken, muhatabın bilinen adresine çıkarılan tebligatın (bila) tebliğ edilemeden iadesi durumunda mernis adresine önce normal tebligat çıkarılması, Yönetmeliğin 30. maddesine göre tebliğ memurunun adres araştırması yapması ve tespit edilen başka adresine tebliğ evrakının gönderilmesi sonucunu doğurur ki bu durum Kanunun açık hükmüne aykırıdır. Adres kayıt sistemindeki adresi kabul etmek hem fiili hem de kanunî bir zorunluluktur. Kanunda belirtilen mernis adresinin Tebligat Kanunu’nun 10. maddesinin 2. fıkrası ile 21. maddesinin 2. fıkrasına göre muhatabın bilinen en son adres olduğu varsayımı hiçbir gerekçe ile çürütülmemeli ve Kanunda varsayıma her durumda üstünlük tanınmalıdır. Tebligat Kanunu’nda değişiklik yapan 6099 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde de kanuni düzenlemelerin yapılmasında adil yargılanma hakkı ve onun devamı niteliğindeki hukuki dinlenilme hakkı ile yargılamanın makul sürede bitirilmesi arasındaki hassas dengenin gözetildiği vurgulanmıştır. Bu nedenlerle hukuki dinlenilme hakkının makul sürede yargılanma hakkına göre daha üstün olduğundan bahisle muhatabın bilinen adresine çıkarılan tebligatın (bila) tebliğ edilemeden iadesi durumunda Tebligat Kanunu’nun 21. maddesinin 2. fıkrasına göre tebliğden önce mernis adresine normal yoldan tebligat çıkarılması kanun koyucunun iradesine aykırıdır. Aksinin kabulde kanun koyucunun Tebligat Kanunu’nun 10. maddesinin 2. fıkrasında öngördüğü adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresinin muhatabın bilinen en son adresi olduğu varsayımının içtihat yolu ile aşılması anlamına gelir.
Hal böyle olunca muhatabın bilinen en son adresine çıkartılan tebligatın iade edilmesi ve adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresinin bu adresten farklı olması hâlinde: adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine “Mernis adresi” şerhi verilerek Tebligat Kanunu’nun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat çıkartılmasının yeterli olduğu, öncelikle bu adrese normal bir tebligat çıkartılmasının gerekmediği sonuç ve kanaatine varılmıştır.
SONUÇ:
Muhatabın bilinen en son adresine çıkartılan tebligatın iade edilmesi ve adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri bu adresten farklı olması halinde; adres kayıt sistemindeki yerleşim yeri adresine “Mernis Adresi” şerhi verilerek Tebligat Kanununun 21/2. maddesi uyarınca doğrudan tebligat çıkartılmasının yeterli olduğuna, öncelikle bu adrese normal bir tebligat çıkartılmasının gerekmediğine dair, 20.11.2020 tarihinde yapılan görüşmede oy çokluğu ile karar verilmiştir.”
Kapalı Alanlarda Arama Yapılabilmesi İçin İhtiyar Heyetinden veya Komşulardan İki Kişi Bulundurulması Gerekmektedir.
5271 Sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunun 119.maddesi kişilerin konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama, hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet Savcısının yazılı emri ile yapılabileceğini belirtmiştir. Bu maddenin 4. fıkrası da Cumhuriyet Savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmesi için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin bulunması gerektiğini hüküm altına almıştır.
Yargıtay 20. Ceza Dairesi de 2018/5887 E. ve 2020/3545 K. sayılı kararıyla “… CMK’nın 119. maddenin 4. fıkrasında, “Cumhuriyet Savcısı hazır olmaksızın konut, iş yeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulur.” şeklinde düzenleme bulunduğu, sanığın savunmalarında bu kapsamda itirazlarını ileri sürdüğü, dolayısıyla arama sırasında ihtiyar heyeti azalarından veya komşularından bir kişinin eksik bulundurulmuş olmasının kanuna aykırılık teşkil ettiği, delillerin sıhhatini şüpheli hale getiren bir durumun söz konusu olduğu, bu arama sonucu bulunan uyuşturucu madde hem “suçun maddî konusu” hem de “suçun delili” olup hukuka aykırı yöntemle elde edildiğinden hükme esas alınamayacağı, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 28/05/2015 tarih 2013/464 esas 2015/132 karar sayılı kararında belirtildiği üzere dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda ise sanığın mahkûmiyetine yeterli her tülü şüpheden uzak, kesin başkaca delil de bulunmadığı gözetilmeden sanığın atılı suçtan beraati yerine mahkûmiyetine karar verilmesi kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olup, Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesinin, 27/09/2018 tarih 2018/2232 esas ve 2018/1258 karar sayılı kararı hukuka aykırı bulunduğundan , 5271 Sayılı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca, BOZULMASINA” şeklinde karar vererek Savcı hazır olmaksızın kolluk tarafından kapalı alan aramalarında ihtiyar heyetinden veya komşulardan 2 kişinin arama mahallinde bulundurulmaması durumunda, arama sırasında elde edilen delillerin hukuka aykırı olarak sayılacağını ve hükme esas alınamayacağını belirtmiştir.
Mahkeme Kuracağı Gerekçeli Kararda Tarafların Tüm İddialarını Gerekçelendirmek Zorunda Değildir.
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hükmün Kapsamı” Başlıklı 297. maddesi ve 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 34. maddesi, Anayasanın 141. maddesinde de belirtilen şekilde mahkemeler tarafından verilmesi gereken kararların gerekçeli olması gerektiğini belirtmiştir.
Gerekçeli kararlar da ise tarafların tüm iddialarının gerekçelendirilerek irdelenmesi gerekip gerekmediği ise Anayasa Mahkemesinin 28.01.2021 tarihinde vermiş olduğu 2018/12600 Başvuru Numaralı kararında açıklanmıştır.
Anayasa Mahkemesi ilgili kararında “Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiş ancak gerekçeli karar hakkından açıkça söz edilmemiştir. Bununla birlikte Anayasa’nın 36. maddesine “adil yargılanma” ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki hakkaniyete uygun yargılanma hakkının kapsamına gerekçeli karar hakkının da dâhil olduğunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birçok kararında vurgulamıştır. Dolayısıyla Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının gerekçeli karar hakkı güvencesini de kapsadığının kabul edilmesi gerekir.
Anayasa’nın 141. maddesinin üçüncü fıkrasında da “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.” denilerek mahkemelere kararlarını gerekçeli yazma yükümlülüğü yüklenmiştir. Anayasa’nın bütünlüğü ilkesi gereği, anılan Anayasa kuralı da gerekçeli karar hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulmalıdır.
Gerekçeli karar hakkı, kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamayı ve denetlemeyi amaçlamaktadır. Bu hak, tarafların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddialarının kurallara uygun biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri ve demokratik bir toplumda kendi adlarına verilen yargı kararlarının sebeplerini toplumun öğrenmesinin sağlanması için de gereklidir.
Mahkemelerin anılan yükümlülüğü, yargılamada ileri sürülen her türlü iddia ve savunmaya karar gerekçesinde ayrıntılı şekilde yanıt verilmesi gerektiği şeklinde anlaşılamaz. Ancak derece mahkemeleri, kendilerine sunulan tüm iddialara yanıt vermek zorunda değilse de davanın esas sorunlarının incelenmiş olduğu gerekçeli karardan anlaşılmalıdır.
Kanun yolu incelemesi yapan mercinin yargılamayı yapan mahkemeyle aynı sonuca ulaşması ve bunu aynı gerekçeyi kullanarak veya atıfla kararına yansıtması kararın gerekçelendirilmiş olması bakımından yeterlidir.
Bir davada tarafların -hukuk düzenince- hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri için usulüne uygun şekilde oluşturulmuş, hükmün içerik ve kapsamı ile bu hükme varılırken mahkemenin neleri dikkate aldığı ya da almadığını gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması gerekçeli karar hakkı yönünden zorunludur.”
şeklinde karar vererek mahkemelerin başvurucunun tüm iddialarını gerekçelendirmek zorunda olmamakla birlikte, sonuca etkili olan temel iddiaları yanıtsız ve değerlendirme dışı bırakamayacağını belirtmiştir.
,
Destekten Yoksun Kalma Tazminatının Belirlenirken TRH-2010 Ulusal Mortalite Tablosunun Kullanılması Gerekmektedir.
Bir ülkenin toplam nüfusunun gözlemlenmesi suretiyle elde edilen sonuçların, Hayat sigortalarına uygulanmak üzere hazırlanan tablolara Mortalite Tablosu denir. Mortalite Tablosu belirli bir nüfus topluluğunun gözlem altında tutularak oluşturulan yaşama ve ölüm istatistiklerine göre elde edilen sonuçlardan her bir yaşta bir yıl içerisinde kaç kişinin hayatta kalacağının, kaç kişinin ise yaşamını yitireceğinin öngörüldüğü tablolardır. Mortalite Tablosu nüfus istatistiklerine dayanılarak hazırlanmakta ve hayat sigortalarında prim hesaplamalarında kullanılmaktadır.
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi 14.01.2021 tarihinde vermiş olduğu 2020/2598 E. ve 2021/34 K.sayılı kararıyla “Desteğin veya hak sahiplerinin bakiye ömürleri daha önceki yıllarda Fransa’dan alınan 1931 tarihli “PMF” cetvelleri ile saptanmakta ise de; Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümü, BNB Danışmanlık, Marmara Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi’nin çalışmalarıyla “TRH 2010” adı veriler. “Ulusal Mortalite Tablosu” hazırlanmış olup, Sosyal Kurumu’nca da ilk peşin sermaye değerlerinin hesabında anılan tabloların uygulanmasına geçilmiştir. Gerçek zarar hesabı özü itibariyle varsayımlara dayalı bir hesap olup, gerçeğe en yakın verilerin kullanılması esastır. Bu durumda diğer kurumlar ile Yargıtay Daireleri arasında tazminat hesabında birliğin sağlanması açısından ve yine bu tablonun ülkemize özgü ve güncel verileri içermesi de göz önüne alındığında Dairemizce de 2020 yılı Aralık ayı itibari ile tazminat hesaplarında bakiye ömrün belirlenmesinde TRH 2010 tablosunun esas alınmasının güncellenen ülke gerçeklerine daha uygun olacağına karar verilmiştir.” şeklinde hüküm kurarak ülkemizde destekten yoksun kalma tazminatında bakiye ömrünün tespitinde kullanılan PMF-1931 Mortalite Tablosu yerine, ülkemiz tarafından geliştirilen TRH-2010 Mortalite Tablosunun uygulanması gerektiğine hükmederek, bu konuda emsal bir karara hükmetmiştir.
Hukuka Aykırı Elde Edilen Deliller Sanık Lehine Kullanılabilir
Ceza yargılamasında, suçun işlenip işlenmediği ve failin kim olduğu araştırılmaktadır. Bu araştırma, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için yapılır. Ancak, maddi gerçeği araştırma, ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilemez. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de 6. maddesinde “adil yargılama” hakkı ile ilgili ilkelerde de, hukuka aykırı yollara başvurulmaması için, ceza yargılamasında maddi gerçeğin araştırılmasında, uyulması zorunlu bazı sınırlamalar öngörülmektedir
Ülkemiz hukukunda ise, Anayasanın suç ve cezalara ilişkin esaslarını düzenleyen 38. maddesinde Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulguların, delil olarak kullanılamayacağı, Ceza Muhakemesi Kanununda ise Yüklenen suçların ancak hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş delillerle ispat edilebileceği düzenlenmiştir.
Hukuka aykırı bir şekilde elde edilen delillerin ise sanık/şüphelinin lehine kullanılıp kullanılamayacağı ise bir tartışma konusudur.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi 08.05.2017 tarihinde vermiş olduğu 2016/2524 E. ve 2014/5338 K. sayılı kararında ise ” Buna göre yargılamanın bir bütün olarak adil yapılmış sayılması dahi hukuka aykırı dinleme tutanaklarının delil olarak kullanılabileceği anlamına gelemez. Ancak, kanuna aykırı olarak elde edilmiş iletişimin dinlenilmesi kayıtlarının sanığın anayasal haklarının ihlali sonucu elde edilmiş olması sebebiyle hükme esas alınamayacağı hususundaki yegane istisna bu kayıtların sanığın lehine delil olarak kullanılabilecek olmasıdır.
Yukarıda açıklanan gerekçeler, oluşa ve dosya içindeki tüm delillere göre; mahkemece hükme esas alınan iletişimin dinlenmesi ve uzatma kararları ile elde edilen ve hükme esas alınan delillerin hukuka aykırı olup yasak delil niteliğinde olduğu, sanıklar hakkında yapılan teknik takip, izleme ve iletişimin tespiti tedbirlerinin hukuka uygun delil olarak kabul edilemeyeceği gözetilerek hukuki durumlarının takdir ve tayin edilmesi gerekirken yazılı şekilde bu delillerin hükme esas alınmak suretiyle sanıkların mahkumiyetlerine karar verilmesi gerekmektedir.”
şeklinde bir hüküm kurarak hukuka aykırı yollarla elde edilen delillerin şüpheli veya sanık aleyhine kullanılamaz ise de lehine kullanabileceğini belirtmiştir.
İşçin Mesleki Birikimini Arttırmak Amacıyla Katıldığı Seminerler Fazla Çalışma Olarak Sayılamaz
4587 Sayılı İş Kanunun 63. Maddesine göre haftalık 45 saat içinde kalan çalışmalar normal çalışma olarak değerlendirilmekte, haftalık 45 saati aşan çalışmalar ise (Sözleşmede 45 saatten az belirtilmişse belirtilen sürenin aşılması) fazla çalışma olarak nitelendirilmekte ve işveren, işçinin fazla olarak çalıştığı süreler için kendisine zamlı bir şekilde ücret ödenmek zorunda bulunmaktadır.
İşçilerin kendi bilgilerini ve birikimlerini arttırmak için işveren tarafından toplantılara, konferanslara vs. gönderilmesi ise Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 20.03.2017 tarihinde vermiş olduğu 2017/14949 E. ve 2019/4416 K. sayılı kararı ile fazla çalışma olarak nitelendirilmemiştir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin vermiş olduğu karar şu şekildedir:
…
Dairemizin istikrarlı uygulaması gereği, davalı aleyhine dava açanlar tanık olarak dinlenmiş ise bu işçilerin tanıklıklarına ihtiyatlı yaklaşılması gerekir. Bu beyanlar diğer yan delillerle birlikte değerlendirilerek, sonuca gidilmelidir.
Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda, davacı tanık beyanlarına ve bir kısım mazot fişlerine göre davacının fazla çalışma yaptığı kabul edilip alacak hesaplanmıştır. Oysa davacı … olarak dinlenen işçilerden … aynı şekilde davalı aleyhine dava açmış, diğer davacı … aleyhine ise işverence dava açılmıştır. Tanıkların konumu, tanıklıklarına duyulacak güveni etkileyecek durumdadır. Bu sebeple tanıklıklarına itibar edilemez.
Diğer yandan davacının eğitim amaçlı olarak katıldığı kongrelere yönelik de bu süreye karşılık olmak üzere haftada 7 saat fazla çalışma ücreti hesaplanmıştır. Davacı işçi belirtilen süre içinde fiilen çalışmamış ve işverene belirtilen anlamda bir fayda sağlamamıştır. Bu sebeple davacının bilgi ve performansını arttırma amacıyla yapılan bu tür toplantılarda geçen sürenin, fazla çalışma olarak değerlendirilmesi de isabetsizdir. Açıklanan sebeplerle davacı fazla çalışma yaptığını somut delillerle kanıtlayamadığından bu talebin reddi gerekirken kabulü hatalıdır.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarda yazılı sebepden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenmesi halinde ilgilisine iadesine, 20/03/2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Sözleşmeye KDV Hariç Yazılmamışsa; KDV Ücrete Dahil Kabul Edilir.
6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununun 26. Maddesi, tarafların bir sözleşme düzenleyecekleri zaman bunu serbestçe özgür bir şekilde düzenleyebileceklerini düzenlemiş, ancak bu özgürlüğün kanuni sınıra uygun olması gerektiğini şerhini koymuştur.
Buna göre sözleşmenin tarafları sözleşmenin içeriğini istedikleri şekilde belirleyebilmekte, bazı hususları düzenleyip bazı hususları düzenlememe yoluna gidebilmektedir.
Sözleşmesel serbestliğin ise belki de en büyük sakıncası tarafların üzerinde açıkça anlaşamaya varamadığı hususların nasıl çözüleceğidir. Bu konuda kanunun tamamlayıcı ve yorumlayıcı maddeleri ortaya çıkan belirsizliklerin gidermeyi hedeflemiştir. Lakin ilgili maddelerin ortaya çıkabilecek her somut olayı düzenleyemeyeceği ortadadır. Bu bakımdan da mahkeme kararları uygulanması gereken yolu göstermektedir.
Bu yazıya konu husus ise tarafların sözleşmede yapacakları düzenlemede KDV’nin ücrete dahil olup olmadığı konusundadır. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 30.06.2020 Tarihinde vermiş olduğu 2017/8393 E. ve 2020/5525 K. sayılı kararında “KDV Kanununun 8. maddesine göre vergi mükellefinin mal ve ya hizmeti sağlayan kişi olması karşısında sözleşmenin ücrete ilişkin 2.maddesinde belirlenen miktarların KDV dahil olarak belirlenmiş olduğunun kabulü gerekir. Sözleşmenin 5. maddesinde vekil edilenlere ait olduğu belirtilen vergi, resim ve harç gibi giderlerin işin yapılması için gerekli olan giderler olduğu açıkça belirtilmiş olduğundan sözleşmenin bu hükmünden de ücretin KDV hariç belirlendiği sonucunu çıkarmak mümkün değildir.” şeklinde hüküm kurarak Sözleşmeye KDV Hariç Yazılmamışsa; KDV’nin Ücrete Dahil Kabul Edileceğini belirmiştir.
İşçilik Alacaklarının Tahsili İstemi – İhbar Tazminatı – Bakiye Süre Ücreti
Davacının Davalıya Ait İşyerinde 5580 S.K. Uyarınca Düzenlenen ve Takip Eden Belirli Süreli İş Sözleşmeleri İle Çalıştığı/İş Akdi İşverence Haklı Bir Neden Olmadan Sonlandırıldığından Kıdem Tazminatı Talebi Kabulü İsabetli İse de Davacının İş Sözleşmesi Kanun Gereği Belirli Süreli Olduğundan İş Kanunu’nun 17. Maddesindeki Koşulların Oluşmadığının Anlaşılmasına Göre İhbar Tazminatı Talebinin Reddine Karar Verilmesi Gerektiği
T.C.
YARGITAY
22. HUKUK DAİRESİ
E. 2017/23168
K. 2019/14776
T. 2.7.2019
ÖZET : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı, davalıya ait işyerinde, 5580 Sayılı Kanuna göre düzenlenen takip eden belirli süreli iş sözleşmeleri ile çalıştığından ve iş akdi işverence haklı bir neden olmadan sonlandırıldığından kıdem tazminatı talebi kabulü isabetli ise de; davacının iş sözleşmesi kanun gereği belirli süreli olduğundan, İş Kanunu’nun 17. maddesindeki koşulların oluşmadığının anlaşılmasına göre ihbar tazminatı talebinin reddine karar verilmelidir.
Taraflarca sunulan ve yürürlüğe girmeden önce iş akdinin feshedilmesi nedeniyle geçerlilik kazanmayan sözleşmeye istinaden hak talep edilemeyeceğinden, İl Milli Eğitim Müdürlüğüne bildirilen ve taraflar arasında geçerliliğini koruyan sözleşme esas alınarak, iş sözleşmesinin sona erme tarihine kadar bakiye süre ücretinin hesaplanması, bu tarihe kadar davacının başka işte çalışarak elde ettiği kazançlar mahsup edilerek bakiye alacak kalması halinde, davacı lehine bakiye süre ücretine hükmedilmesi gerekir.
Mahkemece davacıya iş sözleşmesinin feshi tarihi ve öncesi ne kadar ücret ödendiğinin açıklattırılması, ödenen ücretin miktarı konusunda davacının banka hesap dökümleri, davalı işyeri kayıtlarının incelenmesi ve gerekir ise emsal ücret araştırması yapılarak belirlenecek ücret miktarı üzerinden, kazanılmış hak ilkesi de gözetilerek gerek bakiye süre ücreti gerekse diğer talep konusu alacaklar hesaplattırılarak bir hüküm kurulması gerekir iken aksi düşünce ile yazılı şekilde verilen karar hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.
Bakiye süre ücretinin talep edilebilmesi için iş sözleşmesinin belirli süreli iş sözleşmesi niteliği taşıması zorunludur.
Belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasının şartları ise 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesinde “İş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapılmadığı halde sözleşme belirsiz süreli sayılır. Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir. Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar” şeklinde belirlenmiştir.
Türk hukuk mevzuatında, belirli iş sözleşmelerinin yapılmasını zorunlu kılan veya buna imkan sağlayan düzenlemeler de bulunmaktadır. Örneğin, 5580 Sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 9. maddesinin 1. fıkrasına göre, kurumlarda çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu veya kurucu temsilcisi arasında yapılacak iş sözleşmesi, en az bir takvim yılı süreli olmak üzere yönetmelikle belirtilen esaslara göre yazılı olmak üzere belirli süreli yapılır. Böylece, iş sözleşmesinin özel okul öğretmenler, müdür ve diğer yöneticileri ile yapılacak iş sözleşmelerinin belirli süreli olması ve bir yıldan az süreli olmaması zorunludur.
Somut uyuşmazlıkta; davacı, davalıya ait iş yerinde, takip eden belirli süreli iş sözleşmeleri ile çalıştığından ve iş akdi işverence haklı bir neden olmadan sonlandırıldığından kıdem tazminatı talebi kabulü isabetli ise de; yukarıda ayrıntılı bir biçimde açıklandığı üzere davacının iş sözleşmesi kanun gereği belirli süreli olduğundan, İş Kanunu’nun 17. maddesindeki koşulların oluşmadığının anlaşılmasına göre ihbar tazminatı talebinin reddine karar verilmelidir.
Somut olayda, davacı iddiasına göre 30/06/2013-30/06/2015 dönemi için davalı iddiasına göre ise 30/06/2013-30/06/2014 dönemi için taraflar arasında sözleşme imzalandığı iddia edilmiş ise de davalı işyerinde biyoloji öğretmeni olarak çalışan davacı ile davalı arasında 19/11/2012-19/11/2013 dönemini kapsayacak şekilde imzalanarak İl Milli Eğitim Müdürlüğüne bildirilmiş olan ve geçerliliğini halen sürdüren bir sözleşme bulunmaktadır.
Taraflar arasında sonradan imzalandığı ve İl Milli Eğitim Müdürlüğüne bildirilmediği anlaşılan, başlangıç tarihinin 30/06/2013 olduğu konusunda uyuşmazlık bulunmayan sözleşmeler yürürlüğe girmeden önce davacının iş akdinin 27/06/2013 tarihinde işverence fiilen sona erdiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Bu hale göre, taraflarca sunulan ve yürürlüğe girmeden önce iş akdinin feshedilmesi nedeniyle geçerlilik kazanmayan sözleşmeye istinaden hak talep edilemeyeceğinden, taraflar arasında geçerliliğini koruyan 19/11/2012-19/11/2013 süreli sözleşme esas alınarak, iş sözleşmesinin sona erme tarihi olan 19/11/2013 tarihine kadar bakiye süre ücretinin hesaplanması, bu tarihe kadar davacının başka işte çalışarak elde ettiği kazançlar mahsup edilerek bakiye alacak kalması halinde, davacı lehine bakiye süre ücretine hükmedilmesi gerekir.
Öte yandan, davacı dava dilekçesinde yeni imzalanan sözleşmede ücretinin 2.000,00 TL olarak kararlaştırıldığını iddia etmekle birlikte bu sözleşme yürürlüğe girmeden iş akdi sona erdiğinden, sözleşmenin feshi öncesi ne kadar ücret ödendiği konusunda açıklık da getirilmediğinden, Mahkemece davacıya iş sözleşmesinin feshi tarihi ve öncesi ne kadar ücret ödendiğinin açıklattırılması, ödenen ücretin miktarı konusunda davacının banka hesap dökümleri, davalı işyeri kayıtlarının incelenmesi ve gerekir ise emsal ücret araştırması yapılarak belirlenecek ücret miktarı üzerinden, kazanılmış hak ilkesi de gözetilerek gerek bakiye süre ücreti gerekse diğer talep konusu alacaklar hesaplattırılarak bir hüküm kurulması gerekir iken aksi düşünce ile yazılı şekilde verilen karar hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı nedenlerle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgililere iadesine, 02.07.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi.