Boşanma Davalarında Manevi Tazminat Tutarının Belirlenmesi
Türk Medeni Kanunun Maddi ve Manevi Tazminat Başlığı Altında düzenlenen 174. maddesi gereğince boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan tarafın, kusurlu olan diğer taraftan manevî tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebileceği düzenlenmiştir.
Bu bakımdan da tek tek bakılacak olunursa, bir boşanma davasında tazminata hükmedilebilmesi için tazminatı talep edecek kişinin
- Kişilik Haklarına Bir Saldırı Olması
- Manevi Bir Zararının Doğması
- Kusursuz Olması veya Diğer Eşe Göre Daha Az Kusurlu Olması
gerekmektedir. Bunun yanında manevi tazminat talep edilebilmesi için tazminat talep edilecek kişinin kusurlu bir hareketinin bulunması da gerekmektedir.
Manevi tazminat tutarını belirlenmesi ise hukukumuzda tartışılan bir konudur. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2021/809 E., 2021/1996 K. sayılı kararıyla “Boşanmada manevi tazminatın amacı, boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan tarafın, bozulan ruhsal dengesini telafi etmek, manevi değerlerindeki eksilmeyi karşılamaktır. Bir tarafın zenginleşmesine yol açacak sonuçlar doğurur miktarda manevi tazminat takdiri, müesseseyi amacından saptırır.” şeklinde hüküm kurarak, dava sonucunda hükmedilecek manevi tazminat miktarının talep edenin zenginleşmesine yol açmayacak kadar olabileceğini belirtmiştir.
Destekten Yoksun Kalma Tazminatının Belirlenirken TRH-2010 Ulusal Mortalite Tablosunun Kullanılması Gerekmektedir.
Bir ülkenin toplam nüfusunun gözlemlenmesi suretiyle elde edilen sonuçların, Hayat sigortalarına uygulanmak üzere hazırlanan tablolara Mortalite Tablosu denir. Mortalite Tablosu belirli bir nüfus topluluğunun gözlem altında tutularak oluşturulan yaşama ve ölüm istatistiklerine göre elde edilen sonuçlardan her bir yaşta bir yıl içerisinde kaç kişinin hayatta kalacağının, kaç kişinin ise yaşamını yitireceğinin öngörüldüğü tablolardır. Mortalite Tablosu nüfus istatistiklerine dayanılarak hazırlanmakta ve hayat sigortalarında prim hesaplamalarında kullanılmaktadır.
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi 14.01.2021 tarihinde vermiş olduğu 2020/2598 E. ve 2021/34 K.sayılı kararıyla “Desteğin veya hak sahiplerinin bakiye ömürleri daha önceki yıllarda Fransa’dan alınan 1931 tarihli “PMF” cetvelleri ile saptanmakta ise de; Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Aktüerya Bilimleri Bölümü, BNB Danışmanlık, Marmara Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi’nin çalışmalarıyla “TRH 2010” adı veriler. “Ulusal Mortalite Tablosu” hazırlanmış olup, Sosyal Kurumu’nca da ilk peşin sermaye değerlerinin hesabında anılan tabloların uygulanmasına geçilmiştir. Gerçek zarar hesabı özü itibariyle varsayımlara dayalı bir hesap olup, gerçeğe en yakın verilerin kullanılması esastır. Bu durumda diğer kurumlar ile Yargıtay Daireleri arasında tazminat hesabında birliğin sağlanması açısından ve yine bu tablonun ülkemize özgü ve güncel verileri içermesi de göz önüne alındığında Dairemizce de 2020 yılı Aralık ayı itibari ile tazminat hesaplarında bakiye ömrün belirlenmesinde TRH 2010 tablosunun esas alınmasının güncellenen ülke gerçeklerine daha uygun olacağına karar verilmiştir.” şeklinde hüküm kurarak ülkemizde destekten yoksun kalma tazminatında bakiye ömrünün tespitinde kullanılan PMF-1931 Mortalite Tablosu yerine, ülkemiz tarafından geliştirilen TRH-2010 Mortalite Tablosunun uygulanması gerektiğine hükmederek, bu konuda emsal bir karara hükmetmiştir.
Hakimlerin Karar Verirken Olayın ve Tarafların Özelliklerini, Ülke Gerçeklerini Gözden Uzak Tutmaması, Gereklidir
4721 Sayılı Türk Medeni Kanunun 1. Maddesi Kanunların sözüyle ve özüyle düzenlediği konularda uygulanması , Kanunlarda uygulanabilir bir hüküm yoksa hakim örf ve adet hukukuna göre karar vermesi gerektiğini belirtmiştir. Lakin hakimlerin kararlarını verirken yalnız kanunun soyut ve sert içeriği ile bağlı kalarak karar vermeleri hakkaniyete uygun sonuç doğurmayabilir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi de 31.12.1976 Tarihinde verdiği 1976/9370 E. ve 1976/13138 K. sayılı kararıyla
“Hakim delilleri takdir ederken olayın ve tarafların özelliklerini, ülke gerçeklerini gözden uzak tutmaması gereklidir. Davada, delillerin değerlendirilmesinde hakimin bu ilkelere bağlı kalmak ve yaklaşım göstermek suretiyle sonuca ulaştığını gösteren bir belirti yoktur.
Nüfus kaydına göre, davacı ( A )’nın oğlu ( S ) ile kızı ( Sa. ) adında iki çocuğu vardır. Bakma sözleşmesi davacı ( A ) ile oğlu ( S ) ve torunu ( B ) arasında düzenlenmiştir. ( Sa. )nin sözleşme konusu taşınmazlarda miras hakkı bertaraf edilmiş, davacı ( A )’nın başka bir varlığı mevcut değilse adı geçenin miras payı sıfıra indirilmiştir. Bu açıklama olayda; genel çerçevenin dışına çıkmayı haklı gösterecek bir özellik mevcut olmadığını ortaya koyduğu halde, mahkemece davalı tanıklarından bir kaçının mücerret bakmadan bahis bulunan yuvarlak sözlerine dayanılarak davalı ( B )’nin davacıya ( nasıl, ne zaman ve ne suretle baktığı ) ve ( bakma olanaklarına sahip olmadığı ) göz önünde tutulmadan bakma borcunun yerine getirildiği kabul edilerek davanın reddedilmesi isabetsizdir.
Kaldı ki, davacı babaanne, davalı torundur. Dede ve nineler torunlarını çok severler, onları hoş görürler, büyük bir muhabbetle bağırlarına basarlar. Davacı torunu davalı ( B ) )ye göz kırpmadan iki taşınmazının yarı payını bağışlamıştır. Babaanne gösterdiği fedakarlık ve ilgiye karşı torunu olan davalı en küçük bir mukabelede bulunsaydı böyle bir dava açmak gereğini duymazdı.
Mahkemece delillerin değerlendirilmesinde büyük etkisi olan bu “beşeri karine”ye yer verilmeden babaannenin açtığı davanın reddedilmesi insancıl ilişkilere ve gerçeklere aykırı düşen bir kabul şeklidir.
Bu konuda daha pek çok şeyden söz edilmesi mümkündür. Hakim insana, tabiata, gerçeğe, olanağa sırt çevirmeden ve katı kalpler içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa “insan kokusu” taşıyan bir çözüm getirmek zorunluluğundadır.”
Şeklinde bir hükümde bulunarak hakimlerin kararlarını verirken vicdani kanaatlerini de değerlendirmeleri gerektiğini ve somut olayı incelerken ülke gerçeklerini gözden uzak tutmamaları gerektiğini belirtmiştir.
Sözleşmeye KDV Hariç Yazılmamışsa; KDV Ücrete Dahil Kabul Edilir.
6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununun 26. Maddesi, tarafların bir sözleşme düzenleyecekleri zaman bunu serbestçe özgür bir şekilde düzenleyebileceklerini düzenlemiş, ancak bu özgürlüğün kanuni sınıra uygun olması gerektiğini şerhini koymuştur.
Buna göre sözleşmenin tarafları sözleşmenin içeriğini istedikleri şekilde belirleyebilmekte, bazı hususları düzenleyip bazı hususları düzenlememe yoluna gidebilmektedir.
Sözleşmesel serbestliğin ise belki de en büyük sakıncası tarafların üzerinde açıkça anlaşamaya varamadığı hususların nasıl çözüleceğidir. Bu konuda kanunun tamamlayıcı ve yorumlayıcı maddeleri ortaya çıkan belirsizliklerin gidermeyi hedeflemiştir. Lakin ilgili maddelerin ortaya çıkabilecek her somut olayı düzenleyemeyeceği ortadadır. Bu bakımdan da mahkeme kararları uygulanması gereken yolu göstermektedir.
Bu yazıya konu husus ise tarafların sözleşmede yapacakları düzenlemede KDV’nin ücrete dahil olup olmadığı konusundadır. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 30.06.2020 Tarihinde vermiş olduğu 2017/8393 E. ve 2020/5525 K. sayılı kararında “KDV Kanununun 8. maddesine göre vergi mükellefinin mal ve ya hizmeti sağlayan kişi olması karşısında sözleşmenin ücrete ilişkin 2.maddesinde belirlenen miktarların KDV dahil olarak belirlenmiş olduğunun kabulü gerekir. Sözleşmenin 5. maddesinde vekil edilenlere ait olduğu belirtilen vergi, resim ve harç gibi giderlerin işin yapılması için gerekli olan giderler olduğu açıkça belirtilmiş olduğundan sözleşmenin bu hükmünden de ücretin KDV hariç belirlendiği sonucunu çıkarmak mümkün değildir.” şeklinde hüküm kurarak Sözleşmeye KDV Hariç Yazılmamışsa; KDV’nin Ücrete Dahil Kabul Edileceğini belirmiştir.
Kusurun Tespiti Teknik Değil Hukuki Bir Konudur
HMK’nin 279/4. maddesi “Bilirkişi, raporunda ve sözlü açıklamaları sırasında çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hususlar dışında açıklama yapamaz; hâkim tarafından yapılması gereken hukuki nitelendirme ve değerlendirmelerde bulunamaz.” şeklinde hüküm kurarak, yargılama esnasında hukuki konulara ilişkin tespit yapılacağı zaman bunu mahkemenin bizzat kendisinin yapması gerektiğini belirtmiştir.
Kusur tespitinin teknik bir konu mu yoksa hukuki bir konu mu olduğu ise tartışmalıdır. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi 09.07.2020 tarihinde vermiş olduğu 2018/6414 E. ve 2020/4591 K. sayılı kararıyla “Mahkemece kusur konusunda alınan raporda; davacının, kavşağa geldiği sırada trafiğin sıkışık olduğu ve arkasından gelen aracın (davalıya sigortalı) kendisinin sol ayağına çarptığını beyan etse de; davacı motosiklet sürücüsünün oğlunu da motosikletin önüne alarak seyrettiği meskun mahal, orta refüjle bölünmüş, aydınlatmanın bulunduğu yolda alacakaranlık vakitte, görgü tespit tutanağında kaza yeri olarak işaretlenen yere ve davalıya sigortalı aracın hasarlı kısımlarına göre davacının beyanının kazanın oluşumuna uygun düşmediği görüşüne varılarak, davacının seyir halinde olduğu sağ şeritten sol şeride yönelmeden evvel sol yakın gerisinden sol şeridi takiben doğru seyretmekte olan davalıya sigortalı aracı hızı ve konumuyla kendi yönetimindeki motosikletin arasındaki mesafeyi iyice kontrol etmeden geçmenin yasak olduğu yaya geçidinde şerit ihlali yaparak çarpması ile gerçekleşen kazada davacının %100 kusurlu olduğu, davalının sürücüsünün sol şerit üzerinde düz seyrederken sağ arka kapı kısmında çarpıldığı kazada kusursuz olduğu belirtilmiş, mahkemece rapor esas alınarak karar verilmiştir.
BK.53.(TBK.74) maddesinde haksız eylemin “kusur” öğesi konusunda hukuk hakimine tanınan yetkiler iki bölüm olup, birincisi “kusur bulunup bulunmadığına”, öteki “kusurun derecesini ve zararın tutarını belirlemeye” ilişkindir. Maddenin ilk cümlesine göre “kusurun varlığını” araştırmada yetkileri sınırlı olan hukuk hakimi, maddenin ikinci cümlesine göre “kusurun derecesini ve zarar tutarını belirlemede” tam bağımsız kılınmıştır.
HMK 266 madde (HUMK 275 md.) hükmüne göre kusur oranlarının belirlenmesi teknik değil hukuki bir konudur. Elde edilen teknik bulgulara göre hakim bu oranı belirlemede ihlal edilen kuralları gözönüne almalıdır.
Haksız fiilden dolayı sorumlu olabilmek için kusurun bulunması şarttır.
Davalıya sigortalı aracın sürücüsü kollukta alınan ifadesinde; önü sıra gitmekte olan motosikletin(davacının) araçları sollayarak geçtiğini gördüğünü, motosikletin arkasında ayrıca bir çocuk olduğunu, kavşağa geldikleri sırada sol şeritten giderken yolun sağında bir halk otobüsünün yolcu almış ve hareket haline geçmiş olduğunu, kendisinin de otobüse yaklaşmadan önce motosikletliyi(davacıyı) geçtiğini, bu sırada tahminince motosiklet sürücüsünün otobüsün hareket etmesi ile otobüse çarpmamak için sola kırmış olacak ki kendisinin kullandığı aracın arka tekerine çarpmasını dikiz aynasından gördüğünü beyan etmiştir.
Davalının bu beyanları dikkate alındığında kazanın ani ve birden gelişen bir olay neticesinde gerçekleşmediği, davalıya sigortalı aracın sürücüsünün trafik akışı içerisindeki olayları gözlemleyebilme ve görebilme imkanı olduğu, trafiğin sıkıştığını ve davacının trafik akışı içindeki seyrini görme imkanı olduğu, ani ve birden gelişen bir olay olmaması karşısında davalının da kazanın gerçekleşmemesi için alabileceği önlemler olduğu anlaşılmaktadır.
Buna göre davalının da meskun mahal içinde ön ilerisinde görüş alanı içinde sağ şerit üzerinde sıkışan trafik sebebi ile daha dikkatli ve tedbirli davranması, gerektiğinde trafik sıkışıklığının düzelmesi için daha yavaşlaması, ön ilerisinde sıkışan trafik içindeki davacı motosikletliyi geçmek yerine yolun daha genişlediği uygun zamanı beklemesi, trafik emniyeti açısından kontrollü takiple seyretmesi gerekirken gerekli tedbirleri almayarak seyrine devam etmesi nedeni ile meydana gelen kazada kusurlu olduğu kanaati hasıl olmuştur.
Buna göre mahkemece kusur konusunda rapor aldırılmasına gerek bulunmayıp dosya kapsamında bulunan delillere göre, davalıya sigortalı araç sürücüsünün de kusurlu olduğu kabul edilerek davalının kusurunun derecesi mahkemece belirlenerek hasıl olacak sonuca göre işin esasına girilerek karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.” şeklinde hüküm kurarak kusur tespitinin teknik değil bir hukuki konu olduğunu belirtmiştir.