Vekil İle Takip Edilen Davada Satış İlanının Vekil Yerine Asile Tebliğ Edilmesi Usulsüz Tebligattır, İhalenin Feshine Karar Verilmesi Gerekir.
2013/1604 E.
2015/1125 K.
Taraflar arasındaki “ihalenin feshi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Simav İcra Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 01.03.2012 gün ve 2012/5 E-2012/50 K. Sayılı kararın incelenmesi davacı-borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12.Hukuk Dairesinin 29.11.2012 gün ve 2012/24410 E-2012/35608 K. sayılı ilamı ile;
(…Alacaklı tarafından kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla başlatılan takibe karşı borçlunun, yapılan ihalenin usulsüz olduğunu ileri sürerek feshi istemi ile icra mahkemesine başvurduğu, mahkemece, şikayetin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11, Avukatlık Kanunu’nun 41 ve HMK.nun 73, 81, 82, 83.maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması zorunludur.
Somut olayda, borçlunun, vekili aracılığıyla Simav İcra Hukuk Mahkemesi’nin 19.03.2010 tarih ve 2009/193 E., 2010/48 K. sayılı dosyası üzerinden kıymet takdiri raporuna itiraz ettiği ve kararın takip dosyası arasında bulunduğu görülmektedir. Bu durumda, yukarıda açıklanan maddeler gereğince, satış ilanının kıymet takdirine itiraz eden vekile tebliği gerekir. Ayrıca takip dosyasına vekaletname sunulmamış olması kıymet takdirine itiraz hakkındaki kararın dosyaya sunulmuş olmasına göre artık borçlunun takipte vekille temsil edildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Dairemizin süreklilik arzeden içtihatlarına göre, satış ilanının usulsüz tebliğ edilmesi başlı başına ihalenin feshi sebebi olup, borçlu vekiline satış ilanının tebliğ edilmemesi de aynı hukuki sonucu doğurur.
O halde mahkemece, yapılan açıklamalar ışığında, dava konusu olan taşınmaz yönünden ihalenin feshine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile istemin reddine dair hüküm tesisi isabetsizdir…)
gerekçesiyle karar bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacı-borçlu vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava satış ilanına ilişkin kararın geçersiz tebliği nedeniyle ihalenin feshi istemine ilişkindir.
Davacı-borçlu vekili, taşınmaz satış ilanının vekili yerine borçlu asile tebliğinin usulsüz olduğunu ileri sürerek, ihalenin feshine karar verilmesini istemiştir.
Davalılar, ayrı ayrı davanın reddini talep etmişlerdir.
Yerel mahkemece; “davacı tarafça mahkememizin 2009/193 esas sayılı kıymet takdirine itiraz davasının davacı borçlu tarafça vekil ile temsil edildiğinden takip dosyasının da vekille temsil edildiğinin sabit hale geldiğini, takip dosyasında taşınmazın açık artırma ilanları ve ihale gün ve saatinin vekil yerine asile gerçekleştirildiğini, bu nedenle tebligatın usulsüz ve herhangi bir sonuç doğurmayacağını iddia etmiş ise de, davacı vekilinin 6100 sayılı HMK 77.maddesi uyarınca takip dosyasında olması gereken vekaletnamesinin satış gününün tebliği tarihine kadar takip dosyasına ibraz edilmeyişi, davacı borçlu asile usulüne uygun olarak yapılan tebligat tarihi de dikkate alındığında davacı borçlu tarafça yasal süresi içerisinde şikayet yapılmadığı” gerekçesiyle davacının davasının reddine dair verilen karar davacı-borçlu vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece, önceki gerekçeler tekrarlanmak ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun benzer bir uyuşmazlıkta verdiği 06.07.2011 gün ve E:2011/12-108, K:2011/505 sayılı ilamına dayanmak suretiyle ilk kararda direnilmiş; kararı davacı-borçlu vekili temyiz etmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ihalenin feshine konu taşınmaz satış ilanının borçlu asile mi yoksa (taşınmaz kıymet takdirine itiraz davasında vekille temsil edilen ve bu mahkeme kararının icra dosyasında bulunması karşısında) vekiline mi tebliğ edilmesi gerektiği; varılacak sonuca göre yasal süresinde başvuru ile ihalenin feshine karar verilmesi gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11 nci, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 41 ve nihayet 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 73, 81, 82 ve 83.maddeleri gereğince; vekil ile takip edilen işlerde tebligatın vekile yapılması zorunludur.
Buna göre somut olayda satış ilanının, kıymet takdirine itiraz eden; borçluyu temsil ettiği belirtilen kıymet takdirine itiraz kararı da takip dosyasına ibra edilen borçlu vekiline tebliğ edilmesi gereklidir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmede azınlıkta kalan bir kısım üyelerce; yerel mahkeme kararının usul ve yasaya uygun olduğu gibi, Hukuk Genel Kurulunun birebir emsal nitelikte bulunan 06.07.2011 gün ve E:2011/12-108, K:2011/505 sayılı ilamına dayanarak verilen direnme kararının onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de kurul çoğunluğunca bu görüş benimsenmemiştir.
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve borçlunun vekille temsil edildiği kıymet takdirine itiraz kararının takip dosyasına sunulmuş olmasına göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davacı-borçlu M.. Ç.. vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 01.04.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
2004 sayılı İcra İflas Kanunu(İİK)’nun 126. ve devamı maddeleri uyarınca haczedilen taşınmazlar kural olarak yalnız açık artırma yolu ile satılır. Taşınmaz ihalelerinde artırma satıştan en az bir ay önce ilan edilir. Satış ilanında nelerin bulunması gerektiği 2004 sayılı Kanunun 126.maddesinde ve İcra Ve İflas Kanunu Yönetmeliğinin 45.maddesinde düzenlenmiş olup, buna göre ilanda satışın yapılacağı yer, gün ve saatinin açık ve kesin bir şekilde belirtilmesi gerekir.
Anılan Kanunun 127.maddesi uyarınca taşınmaz artırma ilanının birer sureti, ilgililere tebliğ olunur. Satış ilanının tebliğ edileceği kişiler; borçlu, alacaklı ve tapu sicilinde kayıtlı bulunan ilgililerdir.
Satış ilanının kendilerine tebliği gereken ilgililer, vekil ile temsil ediliyorsa, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’ nun 62, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu (Av.K)’nun 41 ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu (Teb.K)’nun 11.maddeleri uyarınca satış ilanı ilgilinin vekiline tebliğ olunur.
Açık artırma, satış ilanında belirtilen gün ve saatte yapılır. Artırma herkese açıktır. Yalnız, artırmaya katılacak olanların, teminat göstermesi gerekir. Artırmanın yapılışı ve sonuçlanması hakkında bir tutanak düzenlenir. Bu tutanağa, artırmanın yapıldığı gün, başlama ve bitme saati, sürülen pey miktarları ve pey sürenlerin ad ve soyadları, en yüksek peyin üç defa bağırıldığı, ihalenin kime yapıldığı, ihale yapılamamış ise artırmanın on gün daha uzatılmış olduğu yazılır.
İcra İflas Kanunun Yönetmeliğinin 45.maddesi uyarınca artırma tutanağı icra müdürü, tellal ve alıcı tarafından imza edilir.
2004 sayılı İcra İflas Kanununun “İhalenin Feshi Ve Neticesi” başlıklı 134.maddesinde;
“İcra dairesi tarafından taşınmaz kendisine ihale edilen alıcı o taşınmazın mülkiyetini iktisap etmiş olur…
(Değişik: 09.11.1988-3494/22 md.) İhalenin feshini, Borçlar Kanununun 226’ncı maddesinde yazılı sebepler de dahil olmak üzere yalnız satış isteyen alacaklı, borçlu, tapu sicilindeki ilgililer ve pey sürmek suretiyle ihaleye iştirak edenler yurt içinde bir adres göstermek koşuluyla tetkik merciinden şikayet yolu ile ihale tarihinden itibaren yedi gün içinde isteyebilirler. İlgililerin ihale yapıldığı ana kadar cereyan eden muamelelerdeki yolsuzluklara en geç ihale günü ıttıla peyda ettiği kabul edilir. İhalenin feshi talebi üzerine tetkik mercii talep tarihinden itibaren yirmi gün içinde duruşma yapar ve taraflar gelmeseler bile icap eden kararı verir. Talebin reddine karar verilmesi halinde tetkik mercii davacıyı feshi istenilen ihale bedelinin yüzde onu oranında para cezasına mahkum eder. (Ek cümle: 17.07.2003- 4949/38 md.) Ancak işin esasına girilmemesi nedeniyle talebin reddi hâlinde para cezasına hükmolunamaz….
Satış ilanı tebliğ edilmemiş veya satılan malın esaslı vasıflarındaki hataya veya ihalede fesada bilahare vakıf olunmuşsa şikayet müddeti ıttıla tarihinden başlar. Şu kadar ki, bu müddet ihaleden itibaren bir seneyi geçemez.
İhalenin feshini şikayet yolu ile talep eden ilgili, vaki yolsuzluk neticesinde kendi menfaatlerinin muhtel olduğunu ispata mecburdur…”
Düzenlemesi yer almaktadır.
Görüldüğü üzere, cebri icra yoluyla yapılan açık artırma ile satış, adi bir satış sözleşmesi değildir. Bu nedenle cebri icra satışlarının feshi de cebri icra hukukuna göre olur. Fesih için genel mahkemede dava açılamaz. İhalenin feshi yalnız şikayet yolu ile icra mahkemesinden istenebilir.
2004 sayılı Kanunun konuya ilişkin 134.maddesinde ihalenin feshi nedenleri teker teker belirtilmemiş; sadece 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 226.maddesinde yazılı sebeplerle, satış ilanının tebliğ edilmemiş olması, satılan malın esaslı niteliklerindeki hata ve ihaledeki fesat nedenleriyle ihalenin bozulabileceğine değinilmiştir.
Satışı yapan icra dairesinin satışın yapılmasını düzenleyen kanun, tüzük veya yönetmelik hükümlerine aykırı hareket etmiş olması halinde, icra mahkemesinden ihalenin feshi istenebilir.
Ne var ki, Hukuk Genel Kurulu’nun 17.02.1999 gün ve 1999/82-86 sayılı kararında da belirtildiği üzere, takibin kesinleşmesinden sonra borca itiraz sebepleri ihalenin feshi nedeni olarak ileri sürülemez.
İhalenin bozulma nedenleri, gerek doktrinde ve gerekse Yargıtay uygulamasındaki kabule göre; a)İhaleye fesat karıştırılmış olması; b)Artırmaya hazırlık aşamasındaki hatalı işlemler; c)İhalenin yapılması sırasındaki hatalı işlemler; d)Alıcının taşınmazın önemli nitelikleri hakkında hataya düşürülmüş olması, şeklinde sıralanabilir.
İhalenin feshi kural olarak, ihale tarihinden itibaren yedi gün içinde istenebilir. Satış ilanının kendisine tebliğ edilmesi gereken kişiler ya da vekilleri tebligatın yapılmaması nedeni ile ihalenin feshini yedi günlük şikayet süresi içinde talep edebilirler. Bu süre hak düşürücü niteliktedir. Bu özelliği nedeniyle de sürenin geçip geçmediğinin re’sen dikkate alınması gereklidir.
Satış ilanı kendisine tebliğ edilmeyen ancak satıştan haberdar olan kişinin ihalenin feshini, ihaleden itibaren yedi gün içinde istemesi gerekir. Satış ilanı tebliğinin usulsüz olması veya tebliğin satış günü veya sonrasında yapılması başlı başına ihalenin feshi nedenidir.
Kural olarak; ilgililerin ihalenin yapıldığı ana kadar cereyan eden işlemlerdeki yolsuzlukları en geç ihale günü öğrenmiş oldukları kabul edilir.
Bu kuralın istisnaları, diğer bir ifade ile ihalenin feshi süresinin öğrenme tarihinden itibaren başladığı haller, kendisine satış ilanı tebliği gereken ilgiliye, satış ilanının tebliğ edilememiş olması, satılan malın esaslı niteliklerindeki hatanın veya artırmaya fesat karıştırıldığının sonradan öğrenilmiş olması halleridir.
Uyuşmazlığın çözümü için yukarıda da işaret olunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun vekil ile temsile ilişkin hükümlerinin de değerlendirilmesi gerekmektedir.
1086 sayılı HUMK’ un 65.maddesi, “Katibiadil, nahiye meclisi veya ihtiyar heyeti veyahut sulh hakimi tarafından imzası musaddak bir vekaletname ile vekaletini vekil ispat etmeğe ve vekaletnamenin aslını veyahut musaddak suretini dava dosyasına konulmak üzere vermeğe mecburdur.” düzenlemesini içermektedir.
Aynı Kanunun 67.maddesi uyarınca, “Vekaletnamenin aslını veya örneğini vermeyen vekil dava açamaz ve yargılama ile ilgili hiçbir görev yapamaz. Şu kadar ki, gecikmesinde zarar umulan hallerde mahkeme, vereceği kesin bir süre içinde vekaletnamesini getirmek şartıyla vekilin dava açmasına veya usul işlemleri yapmasına izin verebilir. Bu süre içinde vekaletname verilmez veya aynı süre içinde asil, yapılan işlemleri kabul ettiğini dilekçe ile mahkemeye bildirmezse dava açılmamış sayılır ve yapılan işlemler hükümsüz kalır…Vekaletname aslının veya onanmış örneğinin her dosya için ayrı ayrı verilmesi zorunludur.” (6100 sayılı HMK. m.77).
Buna göre, vekil, vekaletnamenin aslı veya onaylı örneğini, dava dosyasına sunulmak üzere mahkemeye vermekle yükümlüdür. Vekaletnamenin aslının veya onaylı örneğinin her dosya için ayrı ayrı verilmesi zorunludur. Vekaletnamenin aslı veya onaylı örneği verilmeden yargılama ile ilgili hiçbir görev yapılamaz.
Buna karşılık, ihtiyati tedbir veya delil tespiti dosyasında vekaletnamesi bulunan vekil, bundan sonra dava açarken yeniden vekaletname vermek zorunda değildir. Çünkü ihtiyati tedbir veya delil tespiti dosyası, asıl dava dosyası ile birleştirilir; yani asıl dava dosyasının ekidir (Baki Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, 6. Baskı, 2. Cilt, s 1261).
Konuya ilişkin olarak 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Vekile ve kanuni mümessile tebligat” başlıklı 11.maddesi, “Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir.” düzenlemesini içermektedir.
7201 sayılı Kanunun 32.maddesi uyarınca tebliğ usulüne aykırı yapılmış olsa bile, muhatabı tebliğe muttali olmuş ise muteber sayılır ve muhatabın beyan ettiği tarih, tebliğ tarihi addolunur. Tebligat, kanunda öngörülen usullere aykırı yapılırsa, Tüzüğün 51/1.maddesi uyarınca “tebligat yapılmamış addedilir”. Kural bu olmakla beraber 32.madde gereğince eğer muhatap bu tebligatı öğrenirse, usulsüz olmasına rağmen tebligat yapılmış sayılır.
Bu anlamda muhatap tebligat gereğini yerine getirmek için bazı işlemlere başlarsa, onun tebligatı öğrendiği kabul edilir. Böyle bir durumda, artık tebligatın geçersiz olduğunun ileri sürülmesi veya tebligatın geçersiz kabul edilmesi objektif iyiniyet kuralları ile bağdaşmaz.
7201 sayılı Kanunun 11.maddesine göre, tebligat yapılabilmesi vekilin vekaletnamesinin bulunmasına bağlıdır. Vekaleti olmayan avukata yapılacak tebligat geçersiz olur.
Genel vekil her dava için vekaleti kabule zorlanamaz.
Vekile yapılan tebligatın geçerli olması için, onun vekil sıfatıyla icra takibine katılmış olması gerekir. Mesela, vekilin alacaklı adına takip talebini imzalamış veya borçlu adına ödeme emrine itiraz etmiş olması hallerinde, tebligat alacaklı veya borçluya değil, vekile yapılır. Bir kişinin genel vekiline yapılacak tebligat, eğer genel vekil icra takibine katılmamışsa ancak genel vekilin kabulü halinde mümkündür. Çünkü, genel vekil müvekkilini her dava ve icra işinde temsil etmek zorunda değildir (Baki Kuru:İcra Ve İflas Hukuku El Kitabı, 2.Baskı, Ankara 2013, s.135-136).
Nitekim, aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 06.07.2011 gün ve E:2011/12-108, K:2011/505 sayılı ilamında da benimsenmiştir.
Yapılan açıklamaların ışığında somut olay incelendiğinde;
Davacı-borçlu M.. Ç..’a satış kararının 7201 sayılı Kanunun 21.maddesi uyarınca tebliğ edildiği, davacı-borçlu tarafından verilmiş bir vekaletnamenin satış kararı ve satış gününe kadar takip veya satış dosyasına ibraz edilmediği, dolayısıyla satış tarihine kadar davacı-borçlunun icra satış dosyasında vekille temsil edilmediği, bu nedenle doğrudan borçluya çıkartılan tebligatın usulüne uygun olduğu anlaşılmaktadır.
Bu durumda davacı-borçluya satış gününün usulüne uygun olarak tebliğ edildiği; borçlunun 04.07.2011 tarihli ihaleden haberdar olmasına rağmen ihale tarihinden itibaren yedi gün içinde ihalenin feshini talep etmediği; diğer bir ifade ile şikayet-ihalenin feshi talep tarihi olan 23.12.2011 günü itibariyle 2004 sayılı Kanunun 134.maddesindeki yedi günlük hak düşürücü sürenin fazlasıyla geçtiği açıktır.
Tebliğin gerçekleştiği tarihte vekille temsil edilmeyen davacı-borçluya 7201 sayılı Tebligat Kanunun 21.maddesi uyarınca yapılan tebliğ usulüne uygun olup, usule aykırı bir tebliğ bulunmadığından “usulsüz tebliğ” ile ilgili 7201 sayılı Tebligat Yasasının 32.maddesinin de somut olayda uygulama yeri bulunmamaktadır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, satış dosyasına ibraz edilen kıymet takdiri raporuna itiraza ilişkin karar örneğinde davacı-borçlunun vekilinin adı bulunduğu ve bu kararın takip dosyasında bulunmasından sonra artık 7201 sayılı Kanunun 11.maddesi uyarınca tebligatın kararda adı bulunan vekile yapılması gerektiği, asile yapılan tebliğin geçersiz olduğu görüşü ileri sürülüp; Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunca, bu görüşün benimsenmesi emsal karara uygun değildir.
O halde, somut olayda, ihalenin 04.07.2011 tarihinde yapıldığı ve davacı-borçlunun ihale tarihinden yöntemince haberdar olduğu gözetildiğinde, 23.12.2011 tarihinde yapılan ihalenin feshine dair şikayetin yasada öngörülen süreden çok sonra olduğu belirgin olmakla, mahkemece süre nedeniyle redde karar verilmesinde isabetsizlik bulunmamaktadır.
Yukarıda açıklanan gerektirici nedenlere göre; mahkemece, talebin süreden reddine karar verilip; bu kararda direnilmiş olması usul ve yasaya uygun olup, direnme kararının açıklanan nedenlerle onanması gerektiği görüşündeyim.
BOŞANMA DAVASINDA İBRAZ EDİLEN İMZALI CEVAP DİLEKÇESİ MAHKEME İÇİ İKRAR OLUP, BAŞKA BİR DAVADA KESİN DELİL TEŞKİL EDER.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO: 2007/14-289
KARAR NO: 2007/291
KARAR TARİHİ: 23.5.2007
1086/m.236
5.2.1947 tarih 20/6 sayılı YİBK
ÖZET : Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 236/1. maddesi hükmü uyarınca dava evrakında yapılan ikrar geçerlidir ve ikrar eden aleyhine, başka bir davada da kesin delil teşkil eder. Davalının boşanma davasında ibraz ettiği imzalı cevap dilekçesindeki beyanının, HUMK’nun 236/1. maddesinde öngörülen mahkeme iç ikrar niteliğinde olup, görülmekte olan davada davalı aleyhine kesin delil teşkil ettiği ve yazılı belge mahiyetinde bulunduğu, her türlü kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece davacının iddiasını yazılı delille kanıtladığı göz önünde tutularak, dava konusu bağımsız bölümün, davalının çocukları tarafından satın alındığının kabulü ile, davacı çocuğun payı oranında talebin hüküm altına alınması gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir Asliye 9. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 09.03.2006 gün ve 2005/409 E. 2006/64 K, sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 19.09.2006 gün ve 6259-9431 sayılı ilamı ile;
( … Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı, babasını dava ederek 374 ada 50 parsel sayılı taşınmazda bulunan binada 3 numaralı bağımsız bölümün kendi parası ile satın alındığını ileri sürerek davalı adına olan tapusunun iptali ile adına tescilini istemiş, mahkemece davanın reddine karar verilmiş; hükmü, davacı temyiz etmiştir.
5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere, inanç sözleşmesi inanç gösterilene bir hakkın kullanılmasında davranışlarını inanç gösterenin tespit ettiği amaca uydurmak borcunu yükler. Diğer bir anlatımla, inanç gösterilen kişi inanç gösteren namına yapılacak bir işlemden sonra taşınmazın mülkiyetini ona geçirme borcu altına girer. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde, bunun dava yoluyla yerine getirilmesi istenebilir. Sözü edilen İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca inanç sözleşmesinin yazılı delille kanıtlanma olanağı vardır.
Somut olayda; Davalı daha önce aleyhine açılan boşanma davasının ( Yatağan Asliye Hukuk Mahkemesinin 2003/314 Esas 2004/75 Karar sayılı ) yargılamaları sırasında 23.10.2003 tarihli cevap dilekçesinde “… Üzerime kayıtlı ev ise müşterek çocuklarımız tarafından alınmış olup asıl olarak çocuklarımızındır. Tapu kaydının üzerime olmasının sebebi ise emekli olmam nedeniyle vergi muafiyetinden yararlanmak içindir…” şeklinde beyanda bulunmuş ve dava konusu evin çocukları tarafından alındığını ifade etmiştir.
HUMK.nun 236/4 maddesinde “Mahkeme dışındaki ikrarı teyit edecek delalil ve emare mevcut ise hakim buna binaen hüküm verebilir.” hükmü öngörülmüştür. Davalının boşanma davasının yargılamaları sırasında vermiş olduğu imzalı cevap dilekçesindeki beyanı HUMK.nun 236/4 maddesinde düzenlenen mahkeme dışı ikrar niteliğinde olup, davacı yararına kesin delil teşkil eder. Davacı, az yukarıda yazılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca iddiasını yazılı delil ile kanıtlamıştır. Bunun aksi ancak aynı şekilde düzenlenmiş yazılı delille kanıtlanabileceğinden davalının yukarıdaki beyanını boşanma davasındaki nafaka ve tazminat taleplerinden kurtulmak için yaptığı yönündeki belgeye dayanmayan savunmasına itibar edilemez. Bu durumda, mahkemece dava konusu evin davalının çocukları tarafından alındığı kabul edilerek, davacı çocuğunun payı oranında istemin hüküm altına alınması gerekirken davanın tümü ile reddi doğru olmadığından hüküm bozulmalıdır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, inanç sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili; davalının oğlu olan müvekkilinin, annesi ve babasının geçimsizliği dolayısıyla ve babasının da isteğiyle tüm birikimlerini sarf ederek 374 ada 50 parselde bulunan binada 3 numaralı bağımsız bölümü kendi parası ile satın aldığını ve tapusunun da davalı babası üzerine yapıldığını; ancak, eşini bırakıp giden davalının, kendi evinde oturan davacı oğluna da ihtarname keşide ederek fuzuli işgal nedeniyle evi boşaltmasını istediğini; oysa dava konusu dairenin, müvekkilinin parasıyla satın alındığını ve daha önce davacının annesi tarafından açılan boşanma davası sırasında davalının ibraz ettiği cevap dilekçesinde, “dava konusu evin çocukları tarafından alınarak, emekli muafiyetinden faydalanmak üzere tapusunun kendi üzerine yapıldığını” açıkça ikrar ettiğini ileri sürerek, 374 ada 50 parselde 28/424 arsa payı ile davalı adına kayıtlı bulunan 3 nolu meskenin tapusunun iptali ile, müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili; müvekkilinin başka bir taşınmazının satışından elde ettiği parayla dava konusu bağımsız bölümü satın almış olup, davacının alım gücü bulunmadığını; boşanma davası sırasında müvekkili tarafından verilen cevap dilekçesinde yer alan beyanların, davalının eşinin nafaka ve tazminat taleplerinden kurtulmak amacına yönelik olduğunu; 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda ön görülen şekilde, davacının iddiasını ispata yarar yazılı delil de bulunmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini cevaben bildirmiştir.
Mahkemenin, “davacının iddiasını yazılı belge ile kanıtlayamadığı gibi, olayın tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte vukuuna delalet edebilecek bir yazılı delil başlangıç niteliğinde belge de bulunmadığı; dava dilekçesinde dayanılan, davalının başka bir mahkemeye vermiş olduğu cevap dilekçesindeki beyanlarının ise bu bağlamda yazılı bir belge olmayıp mahkeme dışı ikrar niteliğinde kabul edilemeyeceği, taraflar arasında akrabalık ilişkisi bulunmasına karşın inanç sözleşmesine dayalı tapu iptal ve tescil davalarında HUMK. 293. maddesi uyarınca tanık dinlenmesinin mümkün bulunmadığı ve davacının, yemin deliline de dayanmadığının anlaşıldığı” gerekçesiyle kanıtlanamayan davanın reddine dair verdiği karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Dava konusu, 374 ada 50 parsel sayılı arsa üzerindeki binanın 28/424 arsa paylı A Blok 2. kat 3 nolu mesken, davalı Tayyur Kabul adına kayıtlı olup, 15.5.2003 tarihinde alım suretiyle iktisap etmiştir. Eldeki davanın açılmasından önce; davacının annesi tarafından davalı baba aleyhine Yatağan Asliye Hukuk Mahkemesinin E: 2003/314 K: Esas 2004/75 sayılı dosyasında açılan boşanma davasının yargılaması sırasında, davalı baba Tayyur Kabul tarafından imza ve ibraz edilen 23.10.2003 tarihli cevap dilekçesinde “…Üzerime kayıtlı görünen ev ise müşterek çocuklarımız tarafından alınmış olup asıl olarak çocuklarımızındır. Tapu kaydının üzerimde olmasının sebebi ise emekli olmam nedeniyle vergi muafiyetinden yararlanmak içindir…” şeklinde beyanda bulunulmuş ve o davada cevap dilekçesinin okunduğu 20.11.2003 tarihli oturumda davalı vekili, cevap dilekçesini tekrar ettiklerini bildirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; inanç sözleşmesinden kaynaklanan görülmekte olan davada, davalının boşanma davasının yargılaması sırasında ibraz etmiş olduğu cevap dilekçesindeki beyanının, kesin delil mahiyetinde mahkeme içi ikrar olup olmadığı; buna bağlı olarak, 5.2.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında öngörülen yazılı delil niteliğinde bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, “ikrarın” hukuki niteliği ve konusu ile ispat kuvveti açısından türleri üzerinde durulmasında yarar vardır.
Yargılama usulü bakımından ikrar, açıklayan tarafından hasmının karara bağlanmasını istediği hakkın veya hukuki durumun meydana gelmesine esas olan ve hasmınca ileri sürülen maddi olayların tümünün veya bir bölümünün doğru olduğunun bildirilmiş olması demektir ( YHGK. 9.11.1955 gün E:4-79 K:78; YHGK. 25.6.1975 gün E:4/681 K:879 ).
İkrarın ispat kuvveti, yapıldığı yere göre belirlenir. Bu cümleden olarak, ikrarın yapıldığı yere göre bir ayırıma tabi tutulması, kanundan doğan bir zorunluluk olup; ikrarın mahkeme içinde veya mahkeme dışında yapılmasına farklı hüküm ve sonuçlar bağlanmıştır.
Kavram olarak da mahkeme dışı ikrar Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 236. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Mahkeme haricindeki ikrarı teyit edecek delail ve emare mevcut ise hakim buna binaen hüküm verebilir” hükmü ile açıkça kullanılmış iken; mahkeme içi ikrar aynı maddenin birinci fıkrasında “Dava evrakında veya hakim huzurunda iki taraftan birinin veya vekilinin sebkeden ikrarı muteberdir. Ve mukir olan taraf aleyhine delil teşkil eder” hükmü ile örtülü olarak kullanılmıştır.
Mahkeme dışı ikrarın, taraflardan yada onların yetkili temsilcilerinden sadır olması ve ikrarın mahkemeye yönelik değil; ya karşı taraf, yada başka kimseler veya merciiler önünde yapılması gerekir. Mahkeme dışı ikrar, kesin bir delil olmayıp, takdiri delildir. Hakim, mahkeme dışı ikrarı doğrulayacak delil ve emare varsa, buna dayanarak hüküm verebilir ( HUMK. m.236/4 ).
Mahkeme içi ikrarın, taraflardan yada onların yetkili temsilcilerinden sadır olması ve ikrarın yargılama içinde, mahkemeye karşı yapılması gerekir. Mahkeme içi ikrar, mahkeme önünde sözlü olarak yapılabileceği gibi; bir dilekçe veya layiha ( dava evrakı ) ile de vakıa ikrar edilebilir. Hukuk Usuli Muhakemeleri Kanunun 236/1. maddesinde “dava evrakı” olarak belirtilen belgeler, tarafların dilekçe ve layiha gibi, davayı hakim önüne götüren ve dava ilişkisi nedeniyle birbirlerine usulen tebliğ ettirdikleri belgelerdir. Mahkeme içi ikrar, bir kesin delildir.
Önemle vurgulanmalıdır ki; bir davada yapılan mahkeme içi ikrar, başka bir davada da geçerli olup, kesin delil teşkil eder ( Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı baskı, İstanbul 2001, C:2, s:2045 ).
Bu genel açıklamalardan sonra, inanç sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemiyle açılan davalarda iddianın ispat şeklinin açıklanması gerekmektedir.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözümlenmiştir. Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunmayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarım ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
O halde, 5.2.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir.
Somut olayda; davalı, daha önce aleyhine açılan boşanma davasının yargılamaları sırasında verdiği cevap dilekçesinde, üzerine kayıtlı bulunan evin müşterek çocukları tarafından alındığını, asıl olarak çocuklarına ait olduğunu, tapu kaydının üzerinde bulunma sebebinin ise emekli olması nedeniyle vergi muafiyetinden yararlanmasına yönelik bulunduğunu beyan etmiş, o davada cevap dilekçesinin okunduğu 20.11.2003 tarihli oturumda davalı vekili, cevap dilekçesi içeriğini benimseyerek, dilekçeyi tekrar ettiklerini bildirmiştir.
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 236/1. maddesi hükmü uyarınca dava evrakında yapılan ikrar geçerlidir ve ikrar eden aleyhine, başka bir davada da kesin delil teşkil eder.
Açıklanan maddi ve hukuki olgular birlikte değerlendirildiğinde; davalının boşanma davasında ibraz ettiği imzalı cevap dilekçesindeki beyanının, HUMK.nun 236/1. maddesinde öngörülen mahkeme iç ikrar niteliğinde olup, görülmekte olan davada davalı aleyhine kesin delil teşkil ettiği ve 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında öngörülen yazılı belge mahiyetinde bulunduğu, her türlü kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Nitekim; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 13.5.1992 gün ve E:1992/14-249 K:1992/323 sayılı kararında da aynı görüş benimsenmiştir.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece davacının iddiasını yazılı delille kanıtladığı göz önünde tutularak, dava konusu 3 numaralı bağımsız bölümün, davalının çocukları tarafından satın alındığının kabulü ile, davacı çocuğun payı oranında talebin hüküm altına alınması gerekirken; yanılgılı gerekçeyle davanın reddine dair verilen önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 23.05.2007 gününde oy birliği ile karar verildi.
Yüksek Gerilim Hattının Koparak Yangına Sebep Olması Nedeniyle Rücuen Tazminat
2013/1725 E.
2015/1138 K.
Taraflar arasındaki “rücuan tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 10.05.2011 gün ve 2009/207 E., 2011/156 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 05.12.2012 gün ve 2011/13877 E., 2012/19964 K. sayılı ilamı ile,
(…Davacı vekili, 10.09.2008 tarihinde davalı …’a ait yüksek gerilim hattına ait toprak telinin kopması ve kopan tellerin sigortalı işyerinin orta gerilim hatlarını koparması sonucu meydana gelen yüksek gerilim neticesinde alevli yangın meydana geldiğini ve sigortalı işyerinde hasar oluştuğunu, 7.790,92 TL hasar bedelini sigortalısına ödediğini ileri sürerek 7.790,92 TL tazminatın faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, kopan toprak telinin gerilimsiz olduğunu, bu nedenle davacının sigortalısının orta gerilim hattına zarar vermeyeceğini savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkemece; iddia, savunma, benimsenen bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, hasarın davalı ..’nın YG hattının, firmanın OG hattına düşmesi ve telleri mekanik olarak koparması sonucu oluştuğu, bu nedenle mekanik kopma sonucu oluşacak zararlardan davalının sorumlu olduğu, davacı sigorta şirketince yapılan toplam 7.790,92 TL hasar ödemesinin, iletim hattı yenilenmesi ve trafo kontrol indirme bindirmeye yönelik olan 4.887,00 TL’lık kısmından davalı …..’ın sorumlu olduğu, olayın oluşunda, sigortalı şirketin kusursuz olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 4.877,00 TL’nın faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.
Davacı, davalıya ait yüksek gerilim hattının koparak, sigortalısına ait orta gerilim hattına düşmesi sonucu çıkan yangın nedeniyle sigortalısının zarara uğradığını ileri sürerek işbu davayı açmıştır. Davalı ise yangının, davacı sigortalısı tarafından, zarar gören orta gerilim hattından yeniden elektrik alınması sırasında meydana geldiğini, illiyet bağının bulunmadığını savunmuştur. Mahkemece görüşüne başvurulan bilirkişi heyeti, davalının kısmi kusurlu olduğunu belirtmiş ve mahkemece bu rapor esas alınarak hüküm tesis edilmişse de davalı bu rapora karşı ciddi itirazlar ileri sürmüştür. Gerçekten de yangın, davalıya ait yüksek gerilim hattının kopması sonrası değil, davacının sigortalısının yeni bir işlem yapması sırasında meydana gelmişse zararla davalıya ait yüksek gerilim hattının kopması arasında illiyet bağının bulunduğundan söz edilemez. Her ne kadar hükme esas alınan bilirkişi raporunda, yangının, davalıya ait yüksek gerilim hattının koparak davacıya ait orta gerilim hattına düştüğü sırada, trafonun arızalandığı, bu arızanın gözle görülebilir olmadığı, davacı sigortalısının da orta gerilim hattından yeniden elektrik almak isterken bu arızanın ortaya çıktığı ve yangının meydana geldiği belirtilmişse de, davacı sigortalısı tacir olup basiretli davranmak yükümlüğü altındadır. Bu halde davacı sigortalısına düşen, kendine ait orta gerilim hattında meydana gelen hasar sonrasında işin uzmanlarına tesisatını kontrol ettirmektir. Bu durumda mahkemece belirtilen hususlar nazara alınarak, içlerinde öğretim üyesi bilirkişilerin bulunduğu yeni bir heyetten davalının ciddi itirazlarını karşılayacak şekilde yeni bir rapor alınmak ve sonucuna göre bir karar vermek gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenle davalı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir….)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 01.04.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
Velayetin Değiştirilmesi İstemi Çekişmesiz Yargı İşidir Bu Sebeple Re’sen Araştırma İlkesi Geçerlidir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO. 2017/2-1887
KARAR NO. 2017/1196
KARAR TARİHİ. 14.6.2017
Taraflar arasındaki “velayetin değiştirilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Mersin 1. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 12.07.2013 gün ve 2012/827 E., 2013/549 K. sayılı kararının davalı vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay
2. Hukuk Dairesinin 04.03.2014 gün ve 2013/19997 E., 2014/4696 K. sayılı kararı ile:
“…Davacı, boşanma kararı ile velayeti davalı anneye verilen müşterek çocuk 2003 doğumlu Damla’nın velayetinin davalıdan alınarak davacıya verilmesini istemiştir. Davalı cevap dilekçesinde davanın reddini talep etmiş, tanık deliline dayanmış ancak tanık ismi bildirmemiştir. Mahkemece dosya üzerinden ön inceleme yapılmış, tahkikata geçilmiş, davalının tanık dinletme talebinin tahkikat duruşması olarak görülen 1. celseye kadar isimleri bildirmediğinden ve duruşmada hazır da edilmediğinden bahisle reddine karar verilerek dava sonuçlandırılmıştır. Velayetin değiştirilmesi istemi bir “çekişmesiz yargı” işidir (HMK.md.382/2/b-13). Çekişmesiz yargı işlerinde aksine hüküm bulunmadıkça re’sen araştırma ilkesi geçerlidir (HMK.md.385/2). Bu sebeple mahkeme re’sen delile başvurulabileceği gibi, taraf da delil gösterebilir. Velayetin aynı zamanda kamu düzeniyle ilgili olması ve çocuğun üstün yararının hakim tarafından resen nazara alınması zorunluluğu karşısında; mahkemece davalı tarafa tanık isimlerini bildirmesi ve gerekli avansı yatırması için süre verilmesi ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucu uyarınca velayet düzenlemesi yapılması gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi bozmayı gerektirmiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR :
Dava velayetin değiştirilmesi istemine ilişkindir.
Davacı baba davalı ile boşandıklarını ve velayetin anneye verildiğini, davalı annenin velayet görevini kötüye kullandığını, sosyal güvencesi bulunmadığını, evden sabah erken çıkıp akşamları geç gelmesi sebebiyle çocukla ilgilenmediğini, çocuğun tüm bakımını kendisinin yaptığını, çocuğun da baba yanında kalmak istediğini belirterek velayetin anneden alınıp babaya verilmesini istemiştir.
Davalı vekili velayet anneye verildikten sonraki aşamada davacının çocuğun gereksinimlerini karşılayamayacak durumda olması sebebiyle çocuğun baba yanında kalmaya başladığını, çocuğa karşı davacının eşi tarafından iyi davranılmaması ve davacının da çocuğu istememesi üzerine, okulların kapanmasından sonra Haziran 2012 ayı sonunda baba tarafından çocuğun teslim edildiğini, nafaka ödememek için bu davanın açıldığını, babanın çocuğu kışkırttığını belirterek gerçek dışı beyanlarla açılan bu davanın reddini istemiştir.
Mahkemece müşterek çocuğun resmi velayetinin davalı annede olmasına rağmen çocuğun taraflar arasındaki mutabakat uyarınca 22.10.2010 tarihinde annesi tarafından davacı babaya teslim edildiği, daha sonra 2012 yılı içerisinde çocuğun yeniden anne yanına alındığı, bir süre anne yanında kaldıktan sonra çocuğun yeniden baba yanına bırakıldığı ve halen çocuğun baba yanında kaldığı, uzman raporlarında çocuğun baba yanında mutlu olduğunun ve velayetinin anneden alınarak babasına verilmesinin uygun olduğunun belirtildiği, çocuğun mahkeme huzurunda da babası ile birlikte kalmak istediğini ifade ettiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarda başlık kısmında açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 318. maddesindeki basit yargılamaya dair açık hüküm karşısında davalı vekilinin süresinde cevap dilekçesi ile birlikte ayrıntılı delil listesi ibraz etmediği ve ön inceleme tensip tutanağının tebliğinden sonraki aşamada da ilk celseye kadarki süre zarfında herhangi bir tanık ismi bildirmediği ve dinletmek üzere de herhangi bir tanığı hazır etmediği, dosya kapsamı itibariyle tanık beyanlarının dosyaya herhangi bir yenilik katmayacağı ve etkisi olmayacağı, resen de tanık dinlenmesine gerek olmadığına kanaat getirildiği belirtilerek önceki gerekçelerle davanın kabulüne dair hükümde direnilmiştir.
Direnme hükmü davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, velayetin değiştirilmesine konu davada cevap dilekçesinde tanık deliline dayanan davalının tanık isimlerini tahkikat duruşmasında bildirmesi üzerine tanık dinletme talebinin yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
HMK’nın 382. maddesinin birinci fıkrasında çekişmesiz yargı işlerinin neler olduğu önce genel çerçevesi belirlenerek, daha sonra da mümkün olduğunca sayılarak belirtilmiştir. Velayetin değiştirilmesi istemi de Kanunun sözü edilen maddesinde bir “çekişmesiz yargı” işi olarak düzenlenmiştir. Aynı Kanunun 385. maddesinin ikinci fıkrasında ise “çekişmesiz yargı işlerinde aksine hüküm bulunmadıkça re’sen araştırma ilkesinin geçerli olduğu” düzenlemesine yer verilmiştir.
Bu genel açıklamadan sonra bilindiği üzere, Türk Medeni Kanunu (TMK) uyarınca velayet çocukların bakım, eğitim, öğretim ve korunması ile temsil görevlerini kapsar. Aynı zamanda ana babanın velayeti altındaki çocukların kişiliklerine ve mallarına dair hakları, ödevleri, yetkileri ve yükümlülükleri de içerir.
Ana ve babanın çocukların kişiliklerine dair hak ve ödevleri, özellikle çocukların şahıslarına bakmak, onları görüp gözetmek, geçimlerini sağlamak, yetiştirilmelerini ve eğitimlerini gerçekleştirmektir. Bu bağlamda sağlayacağı eğitim ile istenilen ölçüde dürüst, kötü alışkanlıklardan uzak, iyi ahlak sahibi, çalışkan ve bilgili bir insan olarak yetiştirmek hak ve yükümlülüğü bulunmaktadır.
Öte yandan ayrılık ve boşanma durumunda velayetin düzenlenmesindeki amaç, küçüğün ileriye dönük yararlarıdır. Eş söyleyişle, velayetin düzenlenmesinde asıl olan, küçüğün yararını korumak ve geleceğini güvence altına almaktır.
Velayet, kamu düzenine dair olup bu hususta ana ile babanın istek ve beyanlarından ziyade çocuğun menfaatlerinin dikkate alınması zorunludur.
Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 23.5.2001 gün ve 2001/2-430 E., 2001/432 K sayılı kararında da velayetin düzenlenmesinin kamu düzenine dair olduğu, usuli kazanılmış hak ilkesinin istisnasını oluşturduğu benimsenerek aynı ilkeye vurgu yapılmıştır.
Yukarıda yapılan açıklamalar karşısında velayetin kamu düzeni ile ilgili olması ve çocuğun üstün yararı da dikkate alındığında değişen şartlara göre her zaman yeniden değerlendirilmesi ve yargılamanın her aşamasında ileri sürülen hususların nazara alınması mümkündür. Bu durumda somut olayda, mahkemece tahkikat duruşması olarak görülen birinci celseye kadar tanık isimlerinin bildirilmemesi ve duruşmada da hazır edilmemesi gerekçesiyle davalının tanık dinletme talebinin reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, Özel Daire bozma kararında belirtilen gerekçelerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu sebeple direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istenmesi halinde temyiz ilam harcının yatırana iadesine, karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.06.2017 tarihinde oybirliği ile karar veril
Toplu İşten Çıkarma Halinde İşten Çıkarılan İşçilerin Açtığı İşçilik Alacağı Davalarında İhtiyari Ya Da Mecburi Dava Arkadaşlığı Söz Konusu Değildir.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO: 2015/7-3380
KARAR NO: 2017/378
KARAR TARİHİ:1.3.2017
6100/m.57, 58, 59, 60, 166, 167
ÖZET : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine dair olup yasal dayanağını 4857 Sayılı İş Kanunu oluşturmaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere birden fazla davacının ( işçinin ) birlikte tek dilekçeyle dava açmalarını mümkün kılan herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. İş sözleşmesi ancak taraflar açısından bağlayıcıdır. Ayrıca her işçinin çalışma şekil ve esasları ( hizmet süresi, aylık ücret seviyesi, günlük çalışma süresi, yapılan iş ve işin niteliği gibi ) farklı olup bu hali ile aynı hukuki sebebe dayandığı ileri sürülemeyecektir. Davacı işçilerin aynı sebeple işten çıkarılmaları ve aynı alacakları talep etmeleri aynı hukuki sebebe dayandıklarını göstermez. O halde, davacı işçiler arasında maddi yada şekli anlamda zorunlu dava arkadaşlığının varlığından söz edilemeyecektir. İhtiyari dava arkadaşlığının varlığı kabul edilse dahi iddia ve savunmanın araştırılması, delillerin toplanıp ayrıntılı olarak değerlendirilmesi ve hukuki gerçekliğin tam olarak ortaya konulması, ayrıca kararın Yargıtay denetimine elverişli olabilmesi için davaların ayrılması gerekmektedir. Kaldı ki kimi zaman aynı nedenler ile çok sayıda işçinin birlikte işten çıkarıldığı ( toplu işçi çıkarma gibi ) durumlar söz konusu olup bu durumda davaların birlikte görülebileceğinin kabulü halinde yargılamanın içinden çıkılmaz hal alacağı da açıktır. Açıklanan durum karşısında, ayrı ayrı iş sözleşmesi ile iş görme edimini üstlenen, farklı çalışma süreleri ve ücret seviyesi ile çalışan davacıların, feshe bağlı alacaklar ile diğer işçilik alacaklarını birlikte dava etmelerini haklı kılacak açık bir yasal düzenleme ve geçerli hukuksal bir nedenin varlığından söz edilemez. Yargılamanın sağlıklı olarak yürütülebilmesi ve uyuşmazlığın kolaylıkla çözüme ulaştırılabilmesi için aynı işveren aleyhine benzer taleplerle birlikte açılmış olan davaların ayrılmasının uygun olacağının kabulü gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Konya 1. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 13.06.2014 gün ve 2013/31 E., 2014/447 K. sayılı kararın davalı vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 28.01.2015 gün ve 2014/15570 E., 2015/733 K. sayılı kararı ile;
( … Davacılar vekili, davacı … yönünden ihbar tazminatı ile ücret, fazla mesai, ulusal bayram genel tatil ücreti alacaklarının; davacı … yönünden ise kıdem ve ihbar tazminatı ile ücret, fazla mesai, ulusal bayram genel tatil ile yıllık izin ücreti alacaklarının tahsilini istemiştir.
Davalı davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece davacılar yönünden davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davacılar arasında mecburi dava arkadaşlığı mevcut değildir. Bu sebeple davaların birleştirilmesi zorunlu değildir. İddia ve savunmanın usule uygun şekilde araştırılması, delillerin tümüyle toplanıp ayrıntılı olarak değerlendirilmesi ve hukuki gerçekliğin tam olarak sağlanması ve ayrıca kararın, Yargıtay denetimine elverişli olabilmesi için davaların ayrı ayrı görülüp sonuçlandırılmasında zorunluluk vardır. Bu sebeple mahkemece davalar tefrik edilmeli; her bir davacı için ayrı esasa kaydedilerek, yapılacak yargılama sonucuna göre karar verilmelidir.
Mahkemece bu husus gözetilmeden karar verilmesi hatalı olup bozma nedenidir… ),
Gerekçesiyle karar bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacılar vekili davacı işçi …’nun aylık ücretinin net 750,00 TL olduğunu, diğer davacı işçi …’nun ise aylık net 1.000,00 TL ücret aldığını, davacı işçilerin yıllık izinlerini kullanmadıklarını, fazla çalışma ve genel tatil ücretlerinin ödenmediğini, 2012 yılı Haziran-Temmuz ve Ağustos aylarına ait ücretlerinin ödenmediğini, iş sözleşmelerinin davalı tarafından haksız şekilde feshedildiğini ileri sürerek davacı … yönünden ihbar tazminatı ile ödenmeyen ücret, fazla çalışma ve genel tatil alacaklarının; diğer davacı … yönünden ise kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin alacağı, ödenmeyen ücret, fazla çalışma ve genel tatil alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili davacıların baba-oğul olup işyerinde gazete ve promosyon dağıtımı ile yapılan satışların tahsilatı işlerini yaptıklarını, gazetenin davacılar tarafından usulüne uygun dağıtılmadığını, bu gazeteler için yeni aboneler yapıldığını, abonelik için öngörülen ücretlerin tahsil edildiğini ancak işverene haber verilmediğini, bir kısım abonelik ücretlerinin de tahsil edildiği halde işverene intikal ettirilmediğini, durumun tespiti üzerine davacıların verdiği bilgi ve incelemelere göre yaklaşık 7.500-8.000 TL civarında bir zararın oluştuğu, davacıların bu zararı ödemeyi kabul etmeleri üzerine senet düzenlendiğini, davacıların bir kısım ücretlerini alamadıklarından bahisle bu davayı açtıklarını, davacıların tüm iddia ve yapmış oldukları şikayetlerin hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece davalı işveren tarafından yapılan feshin haksız olduğu, bu sebeple davacılardan Mustafa’nın kıdem tazminatına hak kazandığı, davacılara bir bildirim yapıldığı ya da ücretinin ödendiğinin tespit edilmemesi sebebiyle davacıların ihbar tazminatına da hak kazandıkları, davacı tanık beyanlarıyla davacıların ayda iki hafta 21,5 saat fazla mesai yapıp genel tatillerde çalıştıklarını ispatladıkları, yıllık izinlerini kullandıkları ve tüm ücretlerinin ödendiğinin davalı işveren tarafından ispatlanamadığı gerekçesiyle davacılar yönünden ayrı ayrı hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, yukarda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Mahkemece, davacıların işçi oldukları, işten çıkarılmaları sebebiyle bu davayı açtıkları, ekonomik durumları, davaların birlikte açılması, usul ekonomisi, davacıların tüm delillerinin ayrı ayrı toplanıp değerlendirilerek her bir davacı için her bir kalem alacak yönünden ayrı ayrı hüküm kurulması yanında HMK’nın 57/1.maddesinin c bendinde ifade edilen hususların davacılar için gerçekleştiği, işlemlerin tamamlanıp sonuçlandıktan sonra baştaki şekil ve usul eksikliğinin ileri sürülemeyeceği, davalı vekilinin ilk karara yönelik temyiz dilekçesinde netice-i talep bölümünde “resen nazara alınacak” hususlar denilmişse de bozma kararı gerekçesinin ayrıca ve açıkça temyiz nedeni olarak ileri sürülmemesi gerekçeleri ile önceki gerekçelerde tekrarlanarak suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davalı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda davacı işçiler arasında mecburi ya da ihtiyari dava arkadaşlığı bulunup bulunmadığı, burada varılacak sonuca göre birlikte açılan davaların tefrikinin gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.
İhtiyari ve mecburi dava arkadaşlığı 5521 Sayılı İş Mahkemeleri Kanununda düzenlenmemiştir. Bununla birlikte 5521 Sayılı Kanun’un 15. maddesine göre bu Kanunda sarahat bulunmayan hallerde Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu ( 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ) hükümleri uygulanacağı belirtilmiştir.
Bu kapsamda 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun ( HMK ) 57.maddesinde;
“Birden çok kişi, aşağıdaki hallerde birlikte dava açabilecekleri gibi aleyhlerine de birlikte dava açılabilir:
a- ) Davacılar veya davalılar arasında davaya konu olan hak veya borcun, elbirliği ile mülkiyet dışındaki bir sebeple ortak olması,
b- ) Ortak bir işlemle hepsinin yararına bir hak doğmuş olması veya kendilerinin bu şekilde yükümlülük altına girmeleri,
c- ) Davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı veya birbirine benzer olması”
şeklinde düzenleme getirilmiştir.
Şu durumda, maddede açıkça sayılan davaya konu hak ve borcun ortak olması, birden fazla kişinin ortak bir işlem ( örneğin sözleşme ) ile borç altına girmiş olması, davanın birden fazla kişi hakkında aynı ( veya benzer ) sebepten doğmuş olması hallerinde birden çok kimsenin birlikte dava açması olanaklı olduğu gibi, birlikte aleyhlerine de dava açılabilir.
Alacaklının müteselsil borçluların tümüne veya bunlardan bazısına karşı alacak davası açtığı hallerde davalı müteselsil borçlular; yine mirasçılar miras bırakanın borçlarından müteselsilen sorumlu olduklarından birden fazla mirasçıya karşı alacak davası açılması halinde davalı mirasçılar; birden çok kişinin aynı sözleşmeyle borç altına girdiği hallerde bölünebilen bir borç sebebiyle birden çok kişiye karşı birlikte dava açılması halinde, bu kişiler arasındaki ilişki ihtiyari dava arkadaşlığıdır.
Davanın birden fazla kişi hakkında aynı veya benzer sebepten doğması haline gelince; aynı sebepten maksat yalnız hukuki sebep olmayıp bir olaya, yani aynı vakıaya ve fakat farklı hukuki sebeplere dayanılarak da birden fazla kişinin dava açması veya dava edilmesi olanaklıdır. Örneğin sebepsiz iktisap hükümlerine göre sorumlu olan kişilere karşı ve haksız fiili birlikte işleyen kişilere karşı birlikte dava açılabilir. Burada da ihtiyari dava arkadaşlığı söz konusudur.
6100 Sayılı HMK’nın 58. maddesinde, ihtiyari dava arkadaşlığında davaların birbirinden bağımsız olduğu, dava arkadaşlarından her birinin diğerinden bağımsız olarak hareket edeceği; 59. maddesinde ise mecburi dava arkadaşlığının, bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi gereken hallerde söz konusu olacağı; 60. maddesinde ise mecburi dava arkadaşlarının ancak birlikte dava açabilecekleri veya aleyhlerine birlikte dava açılabileceği düzenlenmiştir.
Yine 6100 Sayılı HMK’nın 166. maddesinde davaların aynı veya birbirine benzer sebeplerden doğması ya da biri hakkında verilecek hükmün diğerini etkileyecek nitelikte bulunması durumunda davaların birleştirilebileceği; 167. maddesinde ise mahkemenin, yargılamanın iyi bir şekilde yürütülmesini sağlamak için birlikte açılmış veya sonradan birleştirilmiş davaların ayrılmasına, davanın her aşamasında talep üzerine veya kendiliğinden karar verebileceği hüküm altına alınmıştır.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine dair olup yasal dayanağını4857 Sayılı İş Kanunu oluşturmaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere birden fazla davacının ( işçinin ) birlikte tek dilekçeyle dava açmalarını mümkün kılan herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır.
İş sözleşmesi ancak taraflar açısından bağlayıcıdır. Ayrıca her işçinin çalışma şekil ve esasları ( hizmet süresi, aylık ücret seviyesi, günlük çalışma süresi, yapılan iş ve işin niteliği gibi ) farklı olup bu hali ile aynı hukuki sebebe dayandığı ileri sürülemeyecektir. Davacı işçilerin aynı sebeple işten çıkarılmaları ve aynı alacakları talep etmeleri aynı hukuki sebebe dayandıklarını göstermez.
O halde, davacı işçiler arasında maddi yada şekli anlamda zorunlu dava arkadaşlığının varlığından söz edilemeyecektir. İhtiyari dava arkadaşlığının varlığı kabul edilse dahi iddia ve savunmanın araştırılması, delillerin toplanıp ayrıntılı olarak değerlendirilmesi ve hukuki gerçekliğin tam olarak ortaya konulması, ayrıca kararın Yargıtay denetimine elverişli olabilmesi için davaların ayrılması gerekmektedir.
Kaldı ki kimi zaman aynı nedenler ile çok sayıda işçinin birlikte işten çıkarıldığı ( toplu işçi çıkarma gibi ) durumlar söz konusu olup bu durumda davaların birlikte görülebileceğinin kabulü halinde yargılamanın içinden çıkılmaz hal alacağı da açıktır.
Açıklanan durum karşısında, ayrı ayrı iş sözleşmesi ile iş görme edimini üstlenen, farklı çalışma süreleri ve ücret seviyesi ile çalışan davacıların, feshe bağlı alacaklar ile diğer işçilik alacaklarını birlikte dava etmelerini haklı kılacak açık bir yasal düzenleme ve geçerli hukuksal bir nedenin varlığından söz edilemez. Yargılamanın sağlıklı olarak yürütülebilmesi ve uyuşmazlığın kolaylıkla çözüme ulaştırılabilmesi için aynı işveren aleyhine benzer taleplerle birlikte açılmış olan davaların ayrılmasının uygun olacağının kabulü gerekir. ( Nitekim HGK’nın 09.05.2007 gün ve 2007/21-255 E., 2007/260 K; 08.07.2009 gün ve 2009/21-286 E., 2009/328 K.; 03.07.2013 gün ve 2012/21-1699 E., 2013/1029 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir. )
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmede aralarında ihtiyari dava arkadaşlığı bulunan davacıların davalarının temelini oluşturan hukuki ve fiili sebeplerin HMK’nın 57/1-c maddesi anlamında aynı olması sebebiyle davaların birlikte görülebileceğinden direnme kararının yerinde olduğu görüşü belirtilmişse de bu görüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
Sonuç itibariyle yerel mahkemece davacı işçilerin açtıkları işçilik alacağı davalarının tefriki sağlandıktan sonra işin esasına girilerek bir sonuca varılmak gerekirken; aksine düşüncelerle önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu sebeple direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 01.03.2017 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
Yerel mahkemenin direnme kararının gerekçesinde ayrıntılı açıklandığı gibi aralarında ihtiyari dava arkadaşlığı bulunan davacıların davalarının temelini oluşturan hukuki ve fiili sebeplerin HMK 57/1-c maddesi anlamında aynı olması sebebiyle direnme kararının yerinde olduğu kanaatinde olduğumuzdan sayın çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyoruz.
Avukatın, Müvekkili Aleyhine Hükmolunan Mahkumiyet Kararını Temyiz Etmemesi Sebebiyle Yol Açtığı Maddi – Manevi Zararı Gidermesine Yönelik Tazminat Davası.
T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO:2017/561
KARAR NO:2019/655
KARAR TARİHİ:13.06.2019
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 28.05.2013 tarihli, 2011/27 E., 2013/466 K. sayılı karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 27.03.2014 tarihli, 2013/30834 E., 2014/8963 K. sayılı kararı ile;
“… Davacı, davalının avukat olarak ceza davasında kendisini temsil ettiğini ceza kararını temyiz etmediğini, görevi ihmalden ceza alan davalının ihmali nedeniyle hapis yattığını maddi ve manevi zararı oluştuğunu ileri sürerek 10.000 TL maddi 10.000 TL manevvi tazminatın tahsilini istemiştir.
Davalı davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
1-Davacı davalı avukatın kendisine verilen mahkumiyet kararını temyiz etmeyerek vekalet görevini ihmal nedeniyle tazminat istemiştir. Davalı vekil tarafından temyiz edilmeyen Konya 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2004/128 esas sayılı dava dosyasında karar temyiz edilmiş olsaydı sonucun değişip değişmeyeceği üzerinde durulmamıştır. Mahkemece, konusunda uzman bilirkişiden rapor alınarak ceza dosyasındaki kararın temyizi halinde ne olacağı belirlenerek sonuca uygun karar verilmesi gerekirken eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.
2-Bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir..”
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) 438. maddesinin ikinci fıkrası hükmü gereğince direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağından davalı vekilinin duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı vekili, davalının Konya 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2004/128 esas sayılı dosyasında yargılanan müvekkilinin avukatı olarak görev yaptığını, müvekkili mahkûmiyet cezası almasına rağmen kanun yoluna başvurmayarak görevini ihmal ettiğini, sanık …’ın ceza almasına neden olduğunu, kendisine dosya akıbeti sorulduğunda “temyiz ettik, dosya Ankara’da” gibi sözlerle oyalanan müvekkilinin hiç işlemediği bir suçtan dolayı mahkûm olup hapis yattığını, bu nedenle şikâyetçi olunması üzerine Konya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 2009/466 E. sayılı dosyasında davalının görevi ihmal suçunun sabit görüldüğünü ve ceza verildiğini ileri sürerek 10.000TL manevi ve fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 10.000TL maddi tazminatın davalıdan faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davanın zaman aşımına uğramasının yanı sıra eldeki davada davacı vekili olarak yer alan Av. M.A.’nın davacının yargılandığı ağır ceza dosyasında da sanık vekili olduğunu, davalı avukatın bozma sonrası usulen bir defa son celseye girdiğini, müvekkilinin herhangi bir kusurunun olmadığını, görevi ihmal suçundan müvekkili hakkında verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuk hâkimini bağlayan kesin bir delil olarak kabul edilemeyeceğini, karar temyiz edilmiş olsa dahi sanığın daha lehine olacak bir sonuç alınamayacağını, bu nedenle davacının sanık sıfatıyla yargılandığı ağır ceza dosyası incelenmeden, davacının sosyo-ekonomik durumu araştırılmadan ve bilirkişiden rapor alınmadan hüküm kurulamayacağını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece davalı avukatın müvekkilinin yargılandığı ceza davasında hükmolunan mahkûmiyet kararını temyiz etmeyerek görevini ihmal ettiği, adil yargılanma hakkını kısıtladığı ve cezanın infazına neden olduğu, bu sebeple hakkında görevi ihmal suçundan açılan davada da mahkûmiyet cezası aldığı gerekçesi ile dava kısmen kabul edilerek 7.000TL maddi, 7.000TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyiz itirazları üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda karar başlığında yazılı gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkeme bozma kararında bir faraziye üzerine durulduğu, vekilin özen borcu gereği en hafif kusurundan bile sorumlu olduğu, mahkûmiyet kararını temyiz etmemesinin başlı başına vekil olarak yapması gereken yükümlülüğü ihmal mahiyeti taşıdığı ve bundan doğan zararı tazmini gerektirdiği gerekçesiyle direnme kararı vermiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; müvekkilinin mahkûmiyet cezası aldığı mahkeme kararını temyiz etmeyen avukata karşı açılan maddi ve manevi tazminat davasında, mahkûmiyet kararının temyiz edilmesi hâlinde sonucun değişip değişmeyeceği hususunda bilirkişi incelemesi yapılmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığa konu tazminat isteminin dayanağı vekâlet sözleşmesine aykırılık iddiası olduğundan öncelikle bu sözleşme türü ile ilgili kısaca açıklamada bulunulması faydalı olacaktır.
Vekâlet sözleşmesi, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 386 ve devamı maddelerinde [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK), m.502 vd.] düzenlenmiştir.
BK’nın 386. maddesinin birinci fıkrasına göre “vekâlet bir akittir ki onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül eylediği hizmetin ifasını iltizam eyler”.
Bu düzenlemeden hareketle ve en basit hâliyle vekâlet, vekile başkasının menfaatine ve iradesine uygun şekilde bir iş görme borcu yükleyen sözleşme olarak tanımlanabilir (Tandoğan, H.: Borçlar Hukuk Özel Borç İlişkileri, İstanbul 2010, C.2., s. 355).
Vekâlet sözleşmesi, diğer iş görme sözleşmelerinde olduğu gibi ve hatta onlardan daha da geniş ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan ve müvekkilin menfaatine ve iradesine uygun davranma yükümlülüğünden doğar.
Kanun’un 390. maddesinin ikinci fıkrasında vekilin müvekkile karşı vekâleti “hüsnü suretle” ifa ile yükümlü olduğu belirtilmiş olup buradaki “hüsnü suretle ifa” deyimini, söz konusu hükmün aslı olan İsviçre Borçlar Kanunu’nun 398. maddesi düzenlemesinde olduğu gibi “sadakat ve özen ile ifa” olarak anlamak gerekir.
Sadakat borcu kavramı vekilin gerek vekâletin ifası sırasında gerekse sonrasında kendisine duyulan güvene uygun olarak müvekkilinin menfaatlerini sözleşme ile güdülen amaç çerçevesinde koruma ve kendi menfaatini müvekkilinkine tabi kılma yükümlülüğünü ifade eder. Vekilin iş görme ile hedeflenen sonucun başarılı olması için hayat deneylerine ve işlerin normal akışına göre gerekli girişim ve davranışlarda bulunması ve başarılı sonucu engelleyebilecek davranışlardan kaçınması ise özen borcunun konusunu oluşturur (Tandoğan; s. 407 vd).
Vekil bu yükümlülüklerini gereği gibi, başka bir anlatımla müvekkilin menfaatine en uygun sonuca erişmek için özenle faaliyette bulunarak ifa ettiği takdirde, eser sözleşmelerinden farklı olarak, sonucun buna rağmen elde edilememesinden sorumlu olmayacaktır.
Borçlar Kanunu vekilin bu yöndeki sorumluluğunu genel olarak hizmet sözleşmelerinde işçinin sorumluluğuna ait hükümlere (m.321/I-II) tabi tutmuştur. Bu nedenledir ki vekâlet sözleşmelerinde vekil en hafif kusurundan dahi sorumludur.
Somut uyuşmazlıkta taraflar arasında yalnızca borçlar hukuku hükümlerine tabi bir vekâlet ilişkisi değil, daha özel düzenleme içeren 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nu da ilgilendiren bir “avukatlık sözleşmesi”nden doğan vekâlet ilişkisi mevcuttur.
Avukatlık sözleşmeleri de vekâlet sözleşmelerinin bir görünümü olup tarafları baroya kayıtlı avukat (vekil) ve iş sahibi (müvekkil) olan, avukatın bir hukuki yardımda bulunmayı taahhüt ettiği, iş sahibinin de bunun karşılığında bir ücret ödemeyi üstlendiği, iş görme borcu doğuran, tam iki taraflı bir sözleşme olarak tanımlanabilir (Kurtoğlu, T.:Akdi Vekâlet Ücreti ve Avukatın Hukuki Sorumluluğu, Ankara 2016, s.24).
Avukatların bu sözleşme ile yükümlendiği özen borcu genel bir vekâlet sözleşmesi için Borçlar Kanunu’nun öngördüğü vekilin özen borcuna göre daha ağır ve kapsamlıdır.
Nitekim bu doğrultuda, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 34. maddesindeki “Avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliğince belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.” şeklindeki düzenleme de avukatlık mesleğinin bir kamu hizmeti olması nedeniyle öngörülmüştür.
İfa edilebilmesi diploma ve ruhsatın varlığı şartına bağlı olan doktorluk, avukatlık gibi mesleklerde Devletin aradığı bu şartlar, özel hukuka yansıyan bir garanti niteliği taşıdığından, vekilin sorumluluğuna ilişkin olarak atıf yapılan işçilerin hizmet sözleşmesindeki sorumluluklarından farklı olarak, bu meslek erbabının bilgi ve yeteneklerindeki müvekkilce farkına varılması gerekli eksiklikleri ileri sürerek sorumluluktan kurtulması mümkün değildir.
Avukatın, açıklanan mevzuat hükümleri ve taraf olduğu vekâlet sözleşmesi dairesinde üzerine düşen yükümlülükleri ifa etmemesinin sözleşmeye aykırılık teşkil ettiği tartışmasızdır.
BK’nın genel borç ilişkilerinde borcun ifa edilmemesi hâlinde borçlunun sorumluluğunu düzenleyen 98. maddesi (TBK, m.114) hükmüne göre “Borçlu, umumiyet itibariyle her kusurdan mesuldur” ve anılan maddenin ikinci fıkrası uyarınca “Haksız fiilerden mütevellit mesuliyete müteallik hükümler, kıyasen akde muhalif hareketlere de tatbik olunur.”
Bu cümleden hareketle, sözleşmeye aykırılık iddiasına dayalı olarak sorumluluk koşullarının oluşup oluşmadığının değerlendirilebilmesi, haksız fiil sorumluluğuna ilişkin düzenlemelerin irdelenmesini gerektirir.
Bilindiği üzere kusur sorumluluğu bir kimsenin hukuka aykırı ve kusurlu bir davranışla sözleşme dışında diğer bir kimseye vermiş olduğu zararın giderilmesini düzenleyen sorumluluk türüdür. Doktrin ve uygulamada eş anlamda olmak üzere “haksız fiil sorumluluğu” veya “sübjektif sorumluluk” da denilen bu sorumlulukta kusur, sorumluluğun kurucu unsuru olarak düzenlenmiştir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2017, s. 594). Kusur sorumluluğunda bir zararı başkasına tazmin ettirmek, ancak zarar onun kusurlu bir fiilinden doğmuş ise mümkündür (Tandoğan, H.: Türk Mes’uliyet Hukuku, Ankara 1967, s. 89).
Dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın 41/1 maddesi; “Gerek kasten gerek ihmal ve teseyyüp yahut tedbirsizlik ile haksız bir surette diğer kimseye bir zarar ika eden şahıs, o zararın tazminine mecburdur” hükmünü haizdir.
Özel bir sorumluluk hükmüyle düzenlenmemiş bütün hâllerde bir kimse için haksız fiil sorumluluğunun söz konusu olması anılan madde metninden anlaşılan fiil, zarar, illiyet bağı ve hukuka aykırılık unsurların gerçekleşmesine bağlıdır.
Buna göre haksız fiil sorumluluğunun kurucu unsurları; fiil, zarar, uygun illiyet bağı ve hukuka aykırılıktır.
Haksız fiil sorumluluğunun varlığından bahsedilebilmesi için mutlaka hukuka aykırı ve kusurlu davranışla uygun illiyet bağı içinde olan bir zararın doğması gerekir. Fiilin hukuka aykırı olmasına, hatta davranışın kusurlu bulunmasına rağmen bir zarar meydana gelmemişse failin ceza sorumluluğu olsa bile haksız fiil sorumluluğundan bahsedilemeyecektir (Hukuk Genel Kurulunun 21.02.2019 tarihli, 2017/11-41 E., 2019/186 K. sayılı kararı).
Başka bir anlatımla, kişinin (failin) gerçekleştirdiği hukuka aykırı eylem (aktif veya pasif davranış, fiil) ile bu eylemden doğduğu ileri sürülen vakıa arasında illiyet bağı (sebep-sonuç ilişkisi) bulunmadığı takdirde, eylem sahibinin giderme yükümlülüğünü doğuran bir zararın varlığı söz konusu olmaz.
İnsan düşüncesinin bir kanunu olan illiyet kavramı, zararla söz konusu davranış veya olay arasında bir sebep-sonuç bağının bulunmasını gerektirir ve bu bağ dayanak ve niteliği ne olursa olsun her türlü hukuki sorumluluğun aslî şartı, tazminat hukukunun temel ilkesidir (Eren; s. 561).
Bu nedenledir ki sözleşmeden doğan sorumlulukta da borçlunun borca aykırı davranması yani sözleşmenin ihlâli ile zarar arasında uygun illiyet bağı ve kusurun varlığı şarttır.
Bu açıklamalardan sonra somut uyuşmazlık değerlendirildiğinde;
Davacının kasten adam öldürmeye teşebbüs suçundan yargılandığı Konya 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2004/128 esas sayılı dosyasında sanık müdafii olarak yer alan bir başka vekil, (davacı) sanık aleyhine kurulan ilk mahkûmiyet hükmünü temyiz etmiş ise de dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca yeni kanun değerlendirmesi için mahkemeye işlemsiz geri gönderilmiş, mahkemece yeniden yargılamaya başlandığında 04.10.2005 tarihli duruşmaya (davacı) sanık bizzat katılıp avukat tutmak üzere süre verilmesini talep etmiş, sonrasında usulüne uygun vekâletnamesine istinaden 15.12.2005 tarihli son celseye sanık müdafii olarak (davalı) Av. … girmiş ve ilk karar ile aynı mahiyetteki mahkûmiyet hükmü sanık müdafi bu kişinin huzurunda tefhim edilmiştir.
1412 sayılı mülga Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 310/1. maddesi gereği temyiz süresi tefhim ile başlamasına rağmen sanık müdafii davalı tarafından temyiz yoluna başvurulmamış, ilk temyiz dilekçesine binaen dosya mahkemece kendiliğinden Yargıtaya gönderilmiş ise de usulüne uygun bir temyiz ve resen incelebilecek mahiyette bir karar da söz konusu olmadığından dosya Yargıtay ilgili dairesince mahalline iade edilmiş, bu suretle sanık davacı hakkında silahla yaralamaya iştirak suçundan verilen hüküm kesinleşerek ceza infaz edilmiştir.
Yukarıda ayrıntıları ile açıklandığı üzere avukat, özen borcunun gereği olarak iş sahibi aleyhine verilen bir hükümle ilgili olarak aksine bir talimat olmadığı sürece kanun yollarına başvurmakla yükümlüdür. Nitekim 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 171. maddesi de avukatın üzerine aldığı işi kanun hükümlerine göre ve yazılı sözleşme olmasa bile sonuna kadar takip etmek zorunda olduğunu açıkça düzenlemiştir.
Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesinin davalı avukatın kusurlu ve vekâlet sözleşmesine aykırı davranışını oluşturduğu konusunda gerçekte Yerel Mahkeme ve Özel Daire arasında bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Ne var ki yukarıda da bahsedildiği üzere, sözleşmeye aykırı ya da daha genel çerçeveyle kusurlu bir eylemin sorumluluk doğurabilmesi için bu eylemle illiyet bağı olan bir sonuçtan zarar doğması gerektiğinden, mahkemece bilhassa maddi tazminat istemi yönünden salt sözleşmeye aykırılığın peşinen sorumluluk doğurduğu yönündeki kabul isabetli değildir. Zira vekilin bu kusurlu eylemi olmasaydı dahi aynı netice doğacak idiyse, müvekkilin, aleyhine hükmün infaz edilmesi nedeniyle cezaevinde kaldığı günlere ilişkin olarak talep ettiği maddi kayıpları (gelir elde edememe, vb..) yönünden illiyet bağının varlığından söz edilemeyecektir. Aksi yönde bir kabul, vekil edenin kendi hukuka aykırı veya kusurlu eylemi nedeniyle doğan zararı bir başkasına yükleme yahut hukuken sahip olamayacağı bir sonucu vekil üzerinden sağlama neticesini doğuracaktır ki bu durumun hukuken korunması düşünülemez.
Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 04.03.2015 tarihli, 2013/13-1471 E., 2015/888 K. sayılı kararında da benzer şekilde, müvekkilleri adına hukuk mahkemesi önünde açılması istenen davaların bir kısmını açmadığı, bir kısmını ise takipsiz bırakarak davaların düşmesine sebep olduğu iddiasıyla zarara uğradıklarını ileri süren davacıların tazminat istemleri yönünden vekilin sorumluluğundan bahsedilebilmesi için öncelikle bu davaların kazanılma ihtimallerinin bulunup bulunmadığının, kazanılması hâlinde elde edilebilecek menfaatin ne olduğunun tespit edilmesinin gerektiği, vekilin ihmali davranışı ile davacının ileri sürdüğü zarar arasında illiyet bağının bulunduğunun peşinen kabul edilmesinin hatalı olduğu kabul edilmiş, maddi tazminat sorumluluğu için sadece kusurlu eylemin varlığı yeterli görülmemiştir.
Yeri gelmişken eldeki uyuşmazlıkta manevi tazminat istemi yönünden belirtmek gerekir ki, bir kişinin yargılandığı ceza davasında hakkında hükmolunan hapis cezasının aralarında güven ilişkisi bulunan, onun adına yapılması gereken her türlü hukuki işlemi yapacağına inanılan ve bu yönde yasal ve sözleşmesel yükümlülükleri bulunan vekilinin ihmalî davranışı ile temyiz edilmeyerek kesinleşmesi ve mahkûmiyet hükmünün üst yargı merciince gözden geçirilmesi imkânından mahrum kalınması başlı başına kişilik haklarını zedeleyen, kişinin aleyhine olan hükmün temyiz incelemesinden geçerek onanıp kesinleşmesi hâlinden daha fazla kaygı, üzüntü ve stres yaratan bir durumdur. Bu nedenle manevi zararın salt bu eylemle doğduğunun kabul edilmesi gerekir. Ancak manevi zarara ilişkin olarak mahkemece hükmolunan tazminat miktarı, Yerel Mahkeme ve Özel Daire arasındaki uyuşmazlığın mahiyetine göre Hukuk Genel Kurulunun incelemesinin kapsamı dışındadır.
Maddi tazminata ilişkin izah edilen şekilde değerlendirme yapılırken elbette ki avukatın kusurlu davranışının gerçekleştiği yargılamada varılacak sonucun kesin bir şekilde tespiti imkân dâhilinde değil ise de; illiyetin varlığının ve kusurun ağırlığının denetime açık şekilde irdelenebilmesi için, söz konusu yargılamada ileri sürülen vakıalar, toplanan deliller, konu ile ilgili mevzuat hükümleri ve emsal içtihat gibi kaynaklar göz önünde bulundurulmalı ve fiili durumdan daha lehe bir sonucun temin edilmesinin ihtimal dâhilinde olup olmadığı tartışılmalıdır.
Özel Daire bozma kararında da bu hususa işaret edilmiş olmakla birlikte, söz konusu inceleme ve değerlendirmenin gerek 6100 sayılı HMK’nın 266/1. maddesinin “Mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verir. Ancak genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz.” şeklindeki düzenlemesi gerekse 24.11.2016 tarihinde yürürlüğe giren 6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu’nun 3. maddesinin iki ve üçüncü fıkralarındaki “(2) Bilirkişi, raporunda çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hususlar dışında açıklama yapamaz; hukuki nitelendirme ve değerlendirmelerde bulunamaz. (3) Genel bilgi ve tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz” hükümleri gereğince bu değerlendirmenin bozma kararında gösterildiği şekilde bilirkişi eliyle yapılması mümkün değildir. Hâkim bu incelemeyi bizzat kendisi yapmak zorunda ve bunu yapabilecek yegâne kişi konumundadır.
Hâl böyle olunca yerel mahkemece davacının sanık sıfatıyla yer aldığı ve davalı vekilin kusurlu eyleminin vuku bulduğu ağır ceza mahkemesi yargılaması yukarıda ayrıntıları ile izah edilen şekilde değerlendirilmeksizin yazılı gerekçe ile hüküm tesisi usul ve yasaya aykırıdır.
Sonuç itibariyle direnme hükmünün bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, aynı Kanun’un 440/III-1. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 13.06.2019 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
BASIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE BASININ MADDİ GERÇEĞİ ARAŞTIRMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN BULUNMAMASI
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
2014/1110 E.
2015/1127 K.
Taraflar arasındaki “basın yolu ile kişilik haklarına saldırı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 18.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 25.05.2011 gün ve 2010/195 E.-2011/167 K. sayılı kararın incelenmesi davacı ve davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 22.02.2012 gün ve 2011/11573 E.-2012/2672 sayılı ilamı ile;
(…Dava; basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece, dava dışı eş tarafından boşanma davası sürecinde dile getirilen iddiaların aynen yayına konu edildiği ancak söz konusu iddiaların ispatlanamadığı ayrıca vekili ile aşk yaşadığı yönündeki iddianın yayınlanmasında kamu yararı bulunmadığı gerekçesiyle istemin kısmen kabulüne dair verilen karar, davacı ve davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı davaya konu edilen Takvim Gazetesinin 22.04.2010 tarihli sayısında “Paşadan VİP Delil”, “Avukatla Aldattı” başlığı altında yapılan haberin gerçeğe aykırı, suç isnadı içeren ve hakaret içerikli olduğunu belirterek kişilik haklarına saldırı nedeniyle uğradığı manevi zararın ödetilmesini istemiştir.
Davalı, haber kaynağının davacı ile dava dışı eşi arasındaki boşanma davası sürecinde karşılıklı olarak basına verdikleri demeçler olduğunu, davacı hakkındaki iddialar nedeniyle Askeri Savcılık tarafından soruşturma yapıldığını belirterek görünür gerçeklik kapsamında kalan yayın nedeniyle istemin reddine karar verilmesini savunmuştur.
Dosyadaki bilgi ve belgelerden; Emekli Tümamiral olan davacı ile dava dışı eşi S. G. arasında Ankara 8.Aile Mahkemesinin 2008/794 esas sayılı dosyasında boşanma davası olduğu bu süreçte tarafların karşılıklı olarak basına demeç verdikleri, dava dışı eş S. G. tarafından basına verilen demeçler ihbar kabul edilerek, “Devletin Güvenliğine İlişkin Belgeleri Tahsis Oldukları Yerden Almak Başka Bir Yerde Kullanmak” iddiası ile ilgili olarak davacı hakkında Askeri Savcılık tarafından yapılan soruşturmada dava dışı eş Su. G.’in tanık sıfatıyla bilgisine başvurulduğu anlaşılmaktadır. Tanık sıfatıyla beyanda bulunan S. G.; “2002 yılında evlendiklerini, eşi İ.. G..’in 2004 yılında emekli olduğunu, 04 Haziran 2008 tarihinde evdeki eşyaları götürmek için 2 tır geldiğini, eşyaları toplarken eşinin bazı belgeleri siyah bir bavula koymaya çalışırken gördüğünü, ne olduğuna bakmak için belgelerin yere düşmesini sağladığını, belgeleri toplamaya çalışırken bazı belgeleri çaktırmadan alıp sakladığını, olayla ilgili olarak Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı’nı aradığını, belgeleri verdiğini bildiklerini anlattığını, eşi İ.. G..’in her ay düzenli olarak M.Ö. isimli şahıstan 20 bin dolar para aldığını, ayrıca 50 bin, 100 bin ve 200 bin dolar şeklinde paralar da aldığını, bu paraları bazen elden bazen de şoförü Mehmet isimli kişiden aldığını, birçok belge ve bilgiyi klasörlerle teslim ettiğini, 2002 yılından beri oturdukları lojmanda 5-6 çanta içerisinde 5 milyon dolar civarında para olduğunu, bunu bizzat gördüğünü…” belirtmiştir. Genel Kurmay İstihbarat Daire Başkanlığı’nın 22.04.2010 tarihli cevabi yazı içeriğinden, belgelerin askeri gizlilik taşıyan istihbari nitelikte belge olmadığı, dava dışı eş S. G. ile yapılan görüşmede dile getirilen diğer iddialar ile ilgili yeterli kanıt bulunmadığı ve S. G. tarafından boşanma davasında yarar sağlamak amacına matuf olarak iddiaların dile getirildiği belirtilerek kamu davası açılmasına yeter derecede delil elde edilmediği gerekçesiyle 30.11.2010 tarih, 2010/311 evrak, 2010/219 esas ve 2010/38 karar sayılı kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiştir. Öte yandan davaya konu edilen olayların dışında davacı ile dava dışı eşi arasında boşanma sürecinde hakaret- tehdit ve mala zarar verme gibi bir çok suçlardan Ankara 22 Asliye Ceza Mahkemesi, Ankara 11.Sulh Ceza Mahkemesi ve Ankara 7.Sulh Ceza Mahkemesinde ceza davalarının bulunduğu da görülmektedir.
Yine, davacının başkanlığını yaptığı SS Gültekin Yapı Kooperatifi Başkanlığı ile dava dışı İsmail Çatak tarafından Kooperatif aracı kılınarak rüşvet ve çıkar sağlamak suçlarından yapılan şikayet üzerine davacı hakkında soruşturma yapıldığı kamu davası açmaya yeterli delil bulunmadığından kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiği anlaşılmaktadır.
Gelişim biçimi yukarıda açıklanan somut olayda; davacı ile dava dışı eşi arasında boşanma davası sırasında basına yansıyan ve dava dışı eş tarafından dile getirilen iddialar ile ilgili olarak davacı hakkında Askeri Savcılık tarafından soruşturma yapıldığı, yayın tarihinde soruşturmanın devam ettiği, yayın tarihinden sonra davacı hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiği anlaşılmaktadır.
Basının maddi gerçekliği araştırmak ve kanıtlamak yükümlülüğü bulunmamaktadır. Haber, verildiği andaki beliriş biçimine göre görünür gerçeklik kapsamında ise hukuka uygun kabul edilmelidir. Somut olayda, davaya konu yayının 22.04.2010 tarihinde yapıldığı, davacı hakkında devam eden soruşturmanın 30.11.2010 tarihinde sonuçlandığı, soruşturma ve dava dışı eş ile aralarındaki boşanma davasındaki iddialar yayına konu edildiğine göre yayında hukuka aykırı bir yön bulunmayıp bu hali ile görünür gerçeklik kapsamındadır. Davacının kişilik haklarının zedelendiğinden söz edilemez. Şu halde açıklanan gerekçelerle istemin tümden reddine karar verilmesi gerekirken basın ilkeleri ile bağdaşmayacak şekilde basına maddi gerçekliği kanıtlama yükümlülüğü yükleyecek gerekçe oluşturularak istemin kısmen kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davalılar vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 01.04.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
Silah Zoruyla (Yağma) Ya Da Tehditle Kaşideciye İmzalattırılan Bonolar, 3. Kişilere Ciro İle Temlik Edilse Bile Buna İlişkin Defi, İyi Niyetli Olsalar Dahi Sonraki Hamiller Başta Olmak Üzere Herkese Karşı İleri Sürülebilir.
T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO: 2017/19-1627
KARAR NO: 1187
KARAR TARİHİ:13.06.2018
Taraflar arasındaki “menfi tespit” davasının yapılan yargılaması sonunda Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 12.06.2013 gün ve 2012/318 E., 2013/185 K. sayılı kararının temyizen incelenmesi davalılar N. K. ve H. G. vekili ile davalı M… Yapı Malzemeleri İnş. San. Tic. Ltd. Şti. vekili tarafından istenilmekle Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 16.12.2013 gün ve 2013/14869 E., 2013/19880 K. sayılı kararı ile:
“…Davacılar vekili, asıl davada ve birleşen Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/159 E. sy. dava dosyasında davalılardan H. G. tarafından, birleşen Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/158 E. sy. dava dosyasında ise M… Yapı. Ltd. Şti. tarafından icra takibine konu edilen bonoların davalı N. K. tarafından silah zoruyla müvekkilinden alındığını belirterek müvekkilinin bu bonolardan dolayı borçlu olmadığının tespitini talep ve dava etmiştir.
Davalılar vekili asıl davada ve birleşen Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/159 E. sy. dava dosyasında davacı tarafın bu iddiasını yazılı delille kanıtlaması gerektiğini belirterek davanın reddini istemiştir.
Davalı M… Yapı Ltd. Şti. vekili birleşen Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/158 E. sy. dava dosyasında; müvekkilinin takip konusu bonoyu ciro yolu ile iyiniyetli olarak devraldığını ve davacı ile diğer davalı N. K. arasındaki ilişkiyi bilmesinin mümkün olmadığını ileri sürerek davanın reddini ve %40 kötü niyet tazminatına karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece yapılan yargılama, toplanan delillere göre; davalı N. K.’ın icra takip dosyalarına konu takip dayanağı bonoları silah zoruyla davacı N. A.’dan aldığı sabit olup davalı sanık N. K.’ın Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2009/148 Esas 2011/299 karar sayılı kararı ile suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, yönetmek, mağdur (davacı) N…’a karşı yağma suçlarından dolayı cezalandırılmasına karar verildiği ve kararın kesinleştiği gerekçesiyle icra takip dosyalarının dayanağı 3 adet bonodan dolayı borçlu olmadıklarının tespitine, takip dayanağı senetlerin iptaline, 20/02/2004 ve 28/02/2004 vade tarihli senetlerden dolayı Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2004/161esas sayılı dosyasında karar verildiğinden yeniden karar verilmesine yer olmadığına; davalı H. G.’in N. K. hakkında takip yapmaması N. K.’ın arkadaşı olması göz önüne alındığında iyiniyetli olduğundan söz edilemeyeceği kanaatine varılmakla davalı H. G. aleyhine inkar tazminatına hükmedilmesine, davalı M… Yapı Malz.San.Tic. Ltd.Şti nin kötü niyeti ispatlanamadığından M… Yapı Malz.San.Tic.Ltd.Şti ne yönelik tazminat isteminin reddine karar verilmiş, hüküm davalı M… Yapı..Ltd. Şti. vekili ile diğer davalılar vekilince temyiz edilmiştir.
1- Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı N. K. ve H. G. vekilinin yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.
2- Davalı M… Yapı Malz. Ltd. Şti. vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Birleşen Bolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2005/158 E. sy. dava dosyasına konu Bolu 2. İcra Müdürlüğünün 2004/1381 esas sayılı takip dosyasında; alacaklı M… Yapı Malz. İnş. San ve Tic. Ltd. Şti. tarafından borçlular N. K., A… İnş.Tic. Ltd.Şti. ve N. A. aleyhine 14.04.2004 tarihinde başlatılan kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile toplam 15.374.136.800 TL’nin tahsilinin talep edildiği, davacı-borçlu N. A.’a ödeme emrinin 22.04.2004 tarihinde tebliğ edildiği ve davacı-borçluya karşı 10.11.2004 tarihinde haciz işleminin yapıldığı, 03.12.2004 tarihinde 23.040,532 TL.yi ödemeyi kabul ettiği ve vekilinin huzurunda bu beyanı imzaladığı görülmüştür. Mahkemece davacı-borçlunun bu beyanı üzerinde durularak bir karar verilmesi gerekirken bu dosya bakımından yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir…”
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle mahkemesince yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalı M… Yapı Malzemeleri İnş. San. Tic. Ltd. Şti. vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Asıl ve birleşen davalar bonodan dolayı borçlu olunmadığının tespiti istemine ilişkindir.
Davacılar vekili asıl (161 E.) ve birleşen (158-159 E.) dava dilekçelerinde, davacı şirketle davalı N… arasında hizmet sözleşmesi akdedildiğini, sözleşme gereğinin yerine getirilmemesi üzerine adı geçen aleyhine hukuki yollara başvurulduğunu; bunun üzerine adı geçenin davacı şirketin yöneticisi olan diğer davacı Nevzat’ı ölümle tehdit ederek davacı şirketin keşideci, davacı Nevzat’ın da avalist olduğu altı adet bono ve bu kapsamda sözleşme imzalattığını ve bunların bir kısmını takibe koyduğunu ileri sürerek zora dayalı düzenlenen 60.000,00-TL tutarlı bonolardan her iki müvekkilinin borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Yargılamanın devamı sırasında dava, bonoları takibe koyan (ciro yolu ile hamil sıfatı kazanan) M… Yapı Malz. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. ile H. G.’e de yöneltilmiştir.
Davalı N. K. vekili davacının bir başka davada (160 E.) fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmaksızın aynı vakıalara dayanarak 67.000,00-TL üzerinden menfi tespit talep ettiğini ve bu nedenle eldeki davada talebin genişletilmiş olduğunu, davanın süresinde açılmadığını, tanık dinletilmesine muvafakat etmediklerini; kambiyo senetleri illetten mücerret olmakla bonoların neye istinaden düzenlendiğine ilişkin yazılı sözleşmenin dikkate alınması gerektiğini bildirerek davanın reddini savunmuştur.
Davanın yöneltildiği M… Yapı Malz. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. vekili ile H. G. vekili, müvekkillerinin bonoyu ciro yolu ile iktisap eden iyi niyetli ve yetkili hamiller olduğunu bildirerek davanın reddini istemişlerdir.
Mahkemece verilen 16.02.2007 gün ve 2004/161 E., 2007/29 K. sayılı ilk hüküm Özel Dairenin 30.04.2012 gün ve 2011/10534 E., 2012/7221 K. sayılı kararı ile kısa karar ve gerekçeli karar arasında farklılık bulunduğu gerekçesiyle usulden bozulmuştur.
Bozmaya uyularak yapılan yargılama üzerine Mahkemece, dinlenen tanık beyanlarına ve davalı N…’in (ve dava dışı arkadaşlarının) davacı Nevzat’a yönelik örgütlü hâlde silahlı yağma eyleminden dolayı Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince verilip kesinleşen mahkûmiyet hükmüne göre davanın kabulü ile davacıların bonolardan dolayı borçlu olmadığının tespitine karar verilmiştir.
Davalı M… Yapı Malz. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. vekili ile H. G. ve N. K. vekillerinin ayrı ayrı temyizleri üzerine karar, Özel Dairece yukarıdaki gerekçe ile bozulmuştur.
Yerel mahkemece bu kez önceki gerekçeler tekrarlanmak ve haciz tehdidi altında verilen taahhüdün borcun kabulü anlamına gelmeyeceği, nitekim “davacının icra haczi baskısı altında olduğu, evinden eşya haczedilerek muhafaza altına alınmasının davacıya madden ve manen zarar vereceği” için taahhüt verildiği hususunun haciz tutanağına da geçtiği belirtilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davalı M… Yapı Malz. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. vekili temyiz etmektedir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: Zorlama altında keşide edildiği ceza mahkemesi kararı ile sabit olan bonodan dolayı borçsuzluk iddiasının (beyanın geçersizliğine ilişkin definin) sonraki hamillere karşı ileri sürülüp sürülemeyeceği ve icra takibinin kesinleşmesinden sonraki tarihte yapılan ödeme taahhüdünün cebri icra baskısı altında yapılmış sayılıp sayılamayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümlenebilmesi için kambiyo taahhüdünün doğumu ve özellikle irade sakatlığı hâlleri ile bunun kimlere karşı ileri sürülebileceği noktalarının aydınlatılmasında ve cebri icra baskısı altında yapılan ödeme taahhütlerinin hukuki sonuçları üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
Kıymetli evrak ve bu bağlamda bir kambiyo senedi olarak bono, içerdiği hakkın senetten ayrı olarak ileri sürülemediği ve başkalarına da devredilemediği vasıflı ve soyut bir borç ikrarıdır (bonoların düzenlendiği 27.01.2004 günü yürürlükte bulunan 6762 s. TTK m.557, 6102 s. TTK m.645 ve Öztan, F.: Kıymetli Evrak Hukuku, 2.b., Ankara 1997, s.975; Kınacıoğlu, N.: Kıymetli Evrak Hukuku, 5.b., Ankara 1999, s.247). Bononun keşidecisi bonoda gösterdiği belirli bir bedeli kayıtsız ve şartsız olarak bizzat ödemek konusunda soyut bir taahhütte bulunmaktadır. Soyutluk (mücerretlik) ise senedin içerdiği hakkın doğumuna sebep olan temel hukuki ilişkinin senet metninden anlaşılamaması anlamına gelir. Soyutluğun senede yüklediği ilk özellik, hamilin artık senette gösterilen alacağın alacaklısı olduğu konusunda, senetten başka bir delil sunmasına gerek bulunmaması; alacağını sadece bu senetle ispatlayabilmesidir (Öztan, s.173; Poroy, R./Tekinalp, Ü.: Kıymetli Evrak Hukuku Esasları, 15.b., İstanbul 2001, s.25).
Türk hukuk öğretisinde kambiyo senetlerinin içerdiği hakkın doğumu konusundaki baskın görüş sözleşme teorisi ile açıklanmakta bu da güven ilkesi ile desteklenmektedir. Bu teoriye göre kambiyo senedinin düzenlenmesi ile içerdiği hak derhal vücut bulmaz, borcun doğumu için ayrıca senedin borç altına girmek kastıyla lehdara da verilmesi yani teslime ilişkin bir de ayni sözleşmenin mevcudiyeti gerekir (Bozer, A./Göle, C.: Kıymetli Evrak Hukuku, 7.b., Ankara 2017, s.21; Yılmaz, A.L.: Kambiyo Senetlerinde Def’iler, İstanbul 2007, s.51; Öztan, s.106; Kınacıoğlu, s.30 vd.). Bu sözleşmenin kurulması Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri gereği karşılıklı ve aynı yöndeki iradelerin açıklanması ile mümkündür. İradelerin açıklanması ve sakatlanması konusunda da aynı Kanunun hükümleri dikkate alınır.
Bir hukuki işlemin ve bu kapsamda bir sözleşmenin kuruluşunda ortaya konulan iradelerin bozulmamış, bir diğer ifade ile fesada uğramamış olması gerekir. İradedeki bozulmanın, sözleşmenin diğer tarafının ya da üçüncü bir kimsenin tehdidi (korkutması) sonucu ortaya çıkması hâlinde beyan sahibi, sözleşmeyle bağlı tutulamaz (bonoların düzenlendiği 27.01.2004 günü yürürlükte bulunan 818 s. BK m.29; TBK m.37). EREN’e göre taraflardan birinin, karşı tarafın veya üçüncü bir kişinin korkutması sonucu bir irade beyanında bulunması ya da sözleşme yapması hâlinde korkutmadan söz edilir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22.b., Ankara 2017, s.419 vd.; aynı yönde Kocayusufpaşaoğlu, N./Hatemi, H./Serozan, R./Arpacı, A.: Borçlar Hukuku Genel Bölüm, C.I, 6.b., s.471 vd.; Oğuzman, M.K./Öz, M.T.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 3.b., İstanbul 2000, s.97 vd.).
Korkutma fiili maddi bir vakıa niteliğindedir ve kanun koyucu, bu vakıanın senede bağlanmasının mümkün olmadığını öngörerek, ispat vasıtası olarak senet dışındaki delillere başvurulmasına cevaz vermiştir (davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 1086 sayılı HUMK m.293/5; 6100 sayılı HMK m.203/ç). Bu düzenleme, özellikle yazılı sözleşmeler bakımından, senede karşı senetle ispat kuralının (HUMK m.290; HMK m.201) önemli istisnalarından birisini oluşturmaktadır (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.II, 6.b., İstanbul 2001, s.2297; Postacıoğlu, İ.E.: Şehadetle İspat Memnuiyeti ve Hudutları, İstanbul 1952, s.208 vd.; Pekcanıtez Medeni Usul Hukuku, C.II, 15.b., s.).
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında kambiyo senetleri ile bunların düzenlenmesine temel teşkil eden asıl borç ilişkisinden soyut bir borç oluşturulduğu, senedi elinde bulunduran kişinin ayrıca alt ilişkiyi ispatlamak zorunda olmadığı; kambiyo senetlerinin de korkutma suretiyle elde edilebileceği ve korkutma vakıasının da tanıkla ispatlanabileceği sonuçlarına varılmaktadır.
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk davalarına etkisi 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 53’üncü maddesinde (TBK m.74) düzenlenmiştir. Dava ve takip konusu bononun keşide tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 53’üncü maddesine göre hukuk hâkimi, kusurun veya haksız fiil failinin ayırtım gücüne sahip olup olmadığının tespiti hususunda ceza hukukunun sorumluluğa ilişkin kurallarıyla bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinin bu yöne temas eden beraat kararıyla da bağlı değildir. Ceza mahkemesi kararı kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin konusunda da hukuk hâkimini bağlamaz. Görüldüğü gibi fiilin, ceza hukuku bakımından suç teşkil etmemesi fail bakımından, o fiilin özel hukuk anlamında haksız fiil sayılamayacağı ve sorumluluk doğurmayacağı biçiminde değerlendirilemez.
Öğretide mahkûmiyet kararlarının da (kural olarak) hâkimi bağlamayacağı görüşü benimsenmiştir (Eren, s.852; Deshenaux, H./Tercier, P.: Sorumluluk Hukuku, çev. S. Özdemir, Ankara 1983, s.174-175; Kılıçoğlu, A.: Haksız Fiillerden Sorumlulukta Ceza Hukuku ile Medeni Hukuk İlişkisi, AÜHFD, C.XXIX, S.3, s.200). Ne var ki bu bağlamazlık sınırsız değildir; özellikle maddi vakıayı belirleyen ceza mahkemesi kararlarının, sırf bu yönü ile hukuk hâkimince değerlendirilmesi gerektiği kabul edilmektedir (HGK. 26.11.2014 gün ve 2013/4-1183 E., 2014/960 K.).
Nitekim somut olayda dava konusu bonoların korkutma suretiyle düzenlenerek lehdar N. K.’a verildiği konusunda ceza kovuşturması yapılmış ve Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince adı geçen hakkında örgüt kurmak ve yönetmek eyleminden dolayı 3 yıl 1 ay 15 gün hapis ve müşteki (dosyamız davacısı) N. A.’a yönelik silahla, örgüt faaliyeti çerçevesinde, birden fazla kişi ile gasp eyleminden dolayı 10 yıl hapis cezası ile mahkûmiyetine kararı verilmiş; bu karar Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 21.03.2013 gün ve 2012/4138 E., 2013/2224 K. sayılı kararı ile sanığın bu yöne ilişkin temyiz itirazları reddedilmek suretiyle kesinleştirilmiştir. Bu bakımdan dava konusu bonoların keşidesine ilişkin davacı iradesinin gerçeği yansıtmadığı ve bonolar dolayısıyla davacı keşidecinin, davalı lehdar N. K.’a borçlu bulunmadığı vakıası sabit olmuştur.
Bu aşamada bonoların geçersizliğinin ciro yolu ile devralan eldeki dosyanın diğer davalısı M… Yapı Malzemeleri İnş. San. Tic. Ltd. Şti.’ne karşı ileri sürülüp sürülemeyeceği noktasında da durulmalıdır. Bu hususun çözümlenebilmesi için iki ayrı değerlendirme yapılmalıdır. Bunlardan birincisi geçersizlik itirazının hamile karşı ileri sürülüp sürülemeyeceği, ikincisi ise davacı-keşidecinin icra takibi sırasında borcu ikrar ederek ödeme taahhüdünde bulunmasının borcu kabul (geçersizlik itirazından feragat) olarak kabul edilip edilmeyeceği noktalarıdır.
Her şeyden önce 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun “Defiler” başlıklı 599’uncu maddesine göre bonodan (poliçeden) dolayı kendisine müracaat olunan kimse keşideci veya önceki hamillerden biriyle kendi arasında doğrudan doğruya mevcut olan münasebetlere dayanan defileri müracaatta bulunan hamile karşı ileri süremez; meğer ki hamil, bonoyu iktisap ederken bile bile borçlunun zararına hareket etmiş olsun. Somut olayda davalı hamil M… Yapı Malzemeleri İnş. San. Tic. Ltd. Şti.’nin bonoları iktisap ederken bile bile borçlunun zararına hareket ettiğine dair bir iddia bulunmamaktadır. Diğer bir ifade ile adı geçenin iyi niyetli hamil olduğunda kuşku yoktur. Defilerin iyi niyetli hamile karşı ileri sürülebilmesi de tamamen engellenmiş değildir.
Yılmaz’a göre kambiyo senetlerindeki defiler “hukuki görünüşe güven” ilkesi çerçevesinde herkese karşı ileri sürülebilen defiler ve iyi niyetli hamillere karşı ileri sürülemeyen defiler olarak ikiye ayrılmaktadır (Yılmaz, s.171 vd.).
Herkese karşı ileri sürülebilen defiler ise:
1. Doğrudan defiler,
2. Senet metninden anlaşılan defiler ve
3. Senetteki beyanın hükümsüzlüğüne taalluk eden defiler
olarak üç alt gruba ayrılmaktadır.
Senetteki beyanın hükümsüzlüğüne taalluk eden defilerin ileri sürülmesi noktasında önem arz eden husus hükümsüzlüğün senette değil, senedin oluşturulmasına ilişkin keşideci iradesinde kendisini göstermektedir. İmzanın sahte olması veya korkutma suretiyle atılmış olması, temsil yetkisini haiz olmayan kimsenin kambiyo senedi düzenlemesi gibi hâllerde herkese karşı ileri sürülebilen, mutlak nitelikte bir hükümsüzlük defi mevcuttur (Yılmaz, s.196). İmzanın zorla (tehdit, korkutma suretiyle) atılmış olmasında keşidecinin bir kambiyo senedi düzenleyerek tedavüle çıkartma iradesinin bulunduğundan söz edilemez ve keşidecinin bu yöndeki beyanı –velev iyi niyetli olsa dahi– herkese karşı ileri sürülebilir (Yılmaz, s.209).
Kural olarak borcun çekince (ihtirazi kayıt) ileri sürülmeksizin ödenmesi ya da ikrar edilmesi, borcun mevcudiyetinin kabulü anlamına gelir ve bundan sonra menfi tespite ilişkin iddia dinlenemez. Henüz icra takibinin kesinleşmediği dönemde, özellikle ihtiyati haczin infazı sırasında borçlunun (haciz ve muhafaza yapılmasını engellemek maksadıyla) borcu kabul ederek ödeme taahhüdünde bulunması, cebri icra baskısı altında yapıldığı gerekçesiyle gerçek anlamda bir borç ikrarı sayılmamaktadır (HGK. 16.03.2016 gün ve 2014/19-272 E., 2016/324 K.). Ancak borçluya takibe itiraz hakları kullandırılmış ve icra takibi kesinleşmişse artık borçlunun ikrarı veya ödeme taahhüdünün cebri icra baskısı altında verildiği kabul edilemez; böyle bir ikrarın irade sakatlığı nedeniyle geçersizliğinden söz edilemez.
Somut olayda icra takibi kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile yapılmış olup, bu takip türünde ödeme emrine itiraz usulü bulunmamaktadır. Borçlu (keşideci) ancak imzaya ya da borca yönelik itirazlarını ödeme emrinin kendisine tebliğinden itibaren beş gün içinde icra mahkemesi nezdinde “şikâyet” yolu ile ileri sürebilmekte (İİK m.169-170) ve ayrıca tedbir kararı verilmedikçe (İİK m.22) bu şikâyet takibi durdurmamaktadır. Diğer bir ifade ile bu takip türünde, takibe yönelik şikâyete başvurulsa dahi takibin kesinleşmesi engellenememekte ve ödeme yapılmaması hâlinde alacaklı, borçluya ait para, mal ve haklar üzerine haciz konulmasını isteyebilmektedir. Nitekim dava konusu takip dosyasında da 10.11.2004 günü borçlu keşidecinin adresinde haciz yapılmıştır.
Eldeki dava (haciz tarihinden önce) 25.03.2004 tarihinde açılmıştır.
Yapılan açıklamalar ve gösterilen yasal düzenlemeler bir arada değerlendirildiğinde:
Dava konusu bonoların davalılardan N. K.’ın suç sayılan bir fiille ve tehdit suretiyle elde ettiği, davacı-keşidecinin bono düzenleme iradesinin bulunmadığı ve buna ilişkin definin iyi niyetli sonraki hamiller de dâhil olmak üzere herkese karşı ileri sürülebileceği hususları sabittir. Önceden menfi tespit davası açan borçlunun, haciz sırasında borçlu olmadığına ilişkin iddialarını tutanağa geçirmek suretiyle ödeme taahhüdünde bulunması da bu taahhüdün, çekince (ihtirazi kayıt) ileri sürülerek ve cebri icra baskısı altında yapıldığı anlamına gelir. Diğer bir ifade ile somut olayın, yukarıda açıklanan özellikleri nedeniyle davacı keşidecinin ödeme taahhüdünde bulunması, borçlu olduğunun ikrarı olarak kabul edilemez.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemenin bonoların gasp suretiyle elde edildiği ve davacının cebri icra baskısı altında taahhüt verdiği hususunun haciz tutanağına da geçtiği gerekçesiyle verdiği direnme kararı yerindedir.
Bu nedenle direnme kararı onanmalıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle davalı M… Yapı Malz. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (3.073,95-TL) harcın temyiz edenden alınmasına, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3’üncü maddesi çerçevesinde uygulanmasına devam olunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440’ıncı maddesinin birinci fıkrası uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 13.06.2018 gününde oy birliği ile karar verildi.
İşçinin, İş Yerinde Bulunan “Çikolata Paketini” İzinsiz Alması, İş Akdinin Haklı Nedenle Feshi Sebebidir.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO: 2015/22-1591
KARAR NO: 2018/185
KARAR TARİHİ: 7.2.2018
ÖZET : Davacı işçinin on beş yılı aşkın bir kıdeminin bulunduğu ve çalışma süresi boyunca uyarı cezası dahi almadığı, iş yerinin kamera ile izlendiği ve bunun çalışanlarca da bilindiği bir ortamdaki çikolata paketin hırsızlık kastı ile alındığını söylemek mümkün olmadığı gibi içinde az çok çikolata bulunan bir paketin sahiplenilmesi söz konusu olduğundan, bu eylem sebebiyle davacının kıdem tazminatının ödenmeyecek olmasının da ağır bir sonuç olup ölçülülük ilkesi ile bağdaşmayacağı bu itibarla direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. Davacının kıdem tazminatı isteminin reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Bursa 2. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 07.03.2012 gün ve 2010/966 E.-2012/69 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 13.12.2012 gün ve 2012/9148 E.- 2012/28123 K. sayılı kararı ile;
“…Davacı vekili, davacının Buski Genel Müdürlüğüne bağlı işyerinde temizlikçi ve evrak görevlisi olarak 18.05.1995-15.09.2010 tarihleri arasında çalıştığını, iş sözleşmesinin haklı neden olmaksızın feshedildiğini belirterek müvekkilinin kıdem tazminatı alacağının tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili, davacının beri hizmet alım sözleşmeleri kapsamında çeşitli firmalar nezdinde çalıştığını, 07.10.2010 tarihinde bu şirketin sorumlusu olan M. G.’a ait çikolata paketinin genel müdürlüğe ait binanın girişinde bulunan vestiyerden kaybolduğunu, kamera görüntülerinin incelenmesi sonucunda bahse konu çikolata paketinin davacı tarafından gizlice alındığının tespit edildiğini, davacının önce hırsızlık yaptığını reddettiğini, kamera görüntülerini inceledikten sonra hırsızlık suçunu işlediğini kabul ettiğini, bu hususa dair beyanının kayıt altına alındığını, bu sebeple iş sözleşmesinin haklı nedene dayanılarak feshedildiğini savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davacının onaltı yıllık işçi olduğu ve bu çalışma süresi içerisinde hiçbir disiplin cezası almadığı, gerçekleştirilen keşfe göre özel kullanıma ait olmayan, herkesin izinsiz olarak rahatlıkla girip çıktığı, elektrik süpürgesi, kablo, poşet vb. gibi malzemelerin konulduğu yere bırakılan, dolu veya boş olduğu dahi şüpheli olan bir çikolata kutusunu, kendi beyanına göre, dikiş kutusu yapmak amacıyla alan davacının tazminatsız olarak işten çıkartılmasının hakkaniyet ve ölçütlülük kurallarına uymayan ağır bir yaptırım olduğu, somut olayda haklı feshin şartlarının bulunmadığı gerekçesiyle talep hüküm altına alınmıştır.
Karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya içeriğine göre, temizlik işçisi olarak çalışan davacının iş sözleşmesi, işverence işverence idare binasının girişindeki vestiyer rafında bulunan çikolata paketini alması sebebiyle 4857 Sayılı Kanun’un 25/ll-e. maddesi gereği tazminatsız olarak feshedilmiştir. Davalı tarafından sunulan tutanak ve güvenlik kamerası kaydı, davacının söz konusu yere eli boş olarak girip elinde bu kutu ile çıktığına ilişkindir. Tutanak imzacısı kişiler, davalı tanığı olarak yargılama sırasındaki beyanlarında, firma yetkilisinin kendisine hediye olarak gelen çikolata paketinin kaybolduğunu söylemesi üzerine güvenlik kamera kayıtlarının incelendiğini, davacının önce durumu inkar ettiğini, ardından kayıtlar izletilince bir kere almış bulundum dediğini ifade etmiştir. Davacı da duruşmada vestiyerde bulunan o paketi boş olduğunu ve atılacağını düşünerek aldığını söylemiştir. Delil durumuna göre, davacının vestiyerde bulunan çikolata kutusunu aldığı sabittir. Vestiyer bölümünün herkesin girip çıkabileceği bir yer olması sonucu değiştirecek mahiyette değildir. İşçi, temizlik işini yerine getirdiğinden, işyerinde kimsenin olmadığı zamanlarda, mesainin başlamasından önce ve bitişinden sonra görev yapmaktadır. Günün bu bölümlerinde işyerindeki tüm evrak ve belgeler, eşyalar ve işin niteliğine işyerindeki göre tüm malzemeler işçiye emanet edilmiş durumdadır. İşçiden işverene ait tüm bu eşyaları muhafaza ederek temizlik işini ifa etmesi beklenmektedir. Davacının kimsenin bulunmadığı bir sırada başkasına ait çikolata kutusunu alarak kendisine mal etmesi, doğruluk ve bağlılığa uymayan davranış niteliğindedir. İş sözleşmesinin feshi haklı nedene dayanmaktadır. Kıdem tazminatı isteğinin reddi gerekirken, yazılı şekilde hatalı gerekçeyle kabulüne karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR
Davacı vekili müvekkilinin Buski Genel Müdürlüğü’ne bağlı işyerinde temizlikçi ve evrak görevlisi olarak 18.05.1995-15.09.2010 tarihleri arasında kesintisiz olarak çalıştığını, iş sözleşmesinin haklı neden olmaksızın feshedildiğini belirterek kıdem tazminatı alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili davacının 1995 yılından itibaren hizmet alım sözleşmeleri kapsamında müvekkili idareye hizmet veren çeşitli firmalar nezdinde ve son olarak da Seven Temizlik Firması bünyesinde çalıştığını, 07.10.2010 tarihinde bu şirketin sorumlusuna ait çikolata paketinin genel müdürlüğe ait binanın girişinde bulunan vestiyerden kaybolduğunu, kamera görüntülerinin incelenmesi sonucunda bahse konu çikolata paketinin davacı tarafından gizlice alındığının tespit edildiğini, davacının önce hırsızlık yaptığını reddettiğini, kamera görüntülerini inceledikten sonra hırsızlık suçunu işlediğini kabul ettiğini, bu hususa dair beyanının kayıt altına alındığını, bu sebeple iş sözleşmesinin haklı sebeple feshedildiğini savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece davacının on altı yıllık işçi olduğu ve bu çalışma süresi içerisinde hiçbir disiplin cezası almadığı, gerçekleştirilen keşfe göre özel kullanıma ait olmayan, herkesin izinsiz olarak rahatlıkla girip çıktığı, elektrik süpürgesi, kablo, poşet vb. gibi malzemelerin konulduğu yere bırakılan, dolu veya boş olduğu dahi şüpheli olan bir çikolata kutusunu kendi beyanına göre, dikiş kutusu yapmak amacıyla alan davacının tazminatsız olarak işten çıkartılmasının hakkaniyet ve ölçütlülük kurallarına uymayan ağır bir yaptırım olduğu, somut olayda haklı feshin şartlarının bulunmadığı ancak geçerli feshin söz konusu olabileceği, bu durumda da davacıya kıdem tazminatı ödenmesi gerektiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Mahkemece iş yerinde bilirkişi marifetiyle keşif yapıldığı, bahsi geçen çikolata kutusunun alındığı yerin görüldüğü, bilirkişi raporunda belirtilip mahkemece de gözlemlendiği üzere çikolata kutusunun konulduğu yerin beyanlarda vestiyer olarak geçmesine rağmen bu amaçla kullanılmayıp elektrik süpürgesi, eski gazete, kullanılmayan eski sandalye, kablo, poşet vb gibi atıl malzemelerin konulduğu hiç de temiz olmayan, toz ve gübür içerisinde çöplük vari bir yer olduğu, içinde çikolata gibi gıda maddesi bulunan dolu bir paketin buraya bırakılmasının normal ve beklenen bir davranış olmadığı, nitekim çikolata kutusunun hediye paketi gibi hazırlanmış düzenli bir kutu olmayıp boş bir çikolata kutusu görünümünde olduğu, içindekiler yenilip işi bitmekle oraya atıldığı, içerisinde yenilmeyip arta kalan birkaç çikolata bulunmasının da bu sonucu değiştirmeyeceği, ayrıca belirtilen çikolata kutusunu iş yeri yetkilisi parasını ödeyerek almadığı gibi davacının iş yerine ait ve kendisine teslim edilmiş sorumluluk alanına giren bir eşyayı da almadığı, etik olmamakla birlikte iş yerine gelen hediye niteliğindeki çikolataların genellikle iş yeri çalışanlarınca yenilip tüketildiği, hediye gelen çikolatanın bir kısmının iş yeri yetkilisi tarafından ayrıldığının davacı tarafından bilinmediği gibi boş kalan çikolata kutusunun maddi bir değerinin de bulunmadığı, iş yerinin kamera kayıtları ile izlendiği ve bunun çalışanlarca da bilindiği bir ortamda belirtilen paketin hırsızlık yolu ile alındığını söylemenin mümkün olmadığı, ayrıca davacının kutuyu aldığını inkâr etmesinin de söz konusu olamayacağı, bu sebeple davacının kutuyu aldığını önce inkâr edip sonra kabul ettiğine yönelik beyanlara itibar edilemeyeceği, tüm bu sebeplerle kullanılmayan malzemelerin konulduğu yere atılmış olan çikolata kutusunu iğne kutusu yapmak üzere alan 15 yıllık kıdeme sahip daha önce uyarı cezası dahi almamış olan bir işçinin iş sözleşmesinin tazminatsız olarak feshinin hakkaniyete ve ölçütlülük kurallarına aykırı düşeceği ve kamu vicdanını rahatsız edeceğinden bahisle somut vakıanın ancak geçerli fesih nedeni yapılabileceği, bu durumda da davacıya kıdem tazminatının ödenmesi gerektiği gerekçesiyle önceki kararda direnilmiş, karar davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalı işveren tarafından yapılan feshin haklı nedene dayanıp dayanmadığı, buradan varılacak sonuca göre davacının kıdem tazminatına hak kazanıp kazanamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere; iş sözleşmesi işçi ile işveren arasında kurulan ve her iki tarafa borç yükleyen bir sözleşme olup, işçi ile işveren arasında karşılıklı güvene dayanan kişisel ve sürekli bir ilişki yaratır. Bu sebeple işçi veya işveren taraflarından birinin davranışı ile bu güveni sarsması hâlinde güveni sarsılan tarafın objektif iyi niyet kurallarına göre artık bu ilişkiyi sürdürmesinin kendisinden beklenemeyeceği durumlarda iş sözleşmesi ile bağlı kalamayacağı gerçeğinden hareket eden kanun koyucu, yaptığı düzenleme ile taraflara iş sözleşmesini haklı sebeple tazminatsız fesih hakkı tanımıştır.
Hukukumuzda “olağanüstü fesih”, “bildirimsiz fesih”, “süresiz fesih”, “önelsiz fesih”, “derhal fesih”, “muhik sebeple fesih” gibi terimlerle ifade edilen haklı sebeple fesih TBK. madde 435, İş K. madde 24 ve 25; Deniz İş K. madde 14, 16; Basın İş K. madde 11’de düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, haklı sebeple fesih, kanunla tanınmış bir haktır. Bir tarafın işte bu haklı sebeple fesih hakkına dayanarak, karşı tarafa yöneltilmesi gereken irade beyanıyla iş sözleşmesine geçmişe etkili olmaksızın derhal son vermesi, haklı sebeple fesih olarak tanımlanmaktadır. Bu itibarla İş Kanunu, haklı sebeple fesih hakkını “Haklı sebeple derhal fesih” başlığı altında düzenlemektedir (Mollamahmutoğlu, H./ Astarlı, M. / Baysal, U.: İş Hukuku Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 6. Bası, Ankara 2014, s. 794).
Bu kapsamda 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 25’inci maddesi işveren açısından haklı sebeple derhal fesih hâllerini düzenlenmiş olup, 25’inci maddenin (II) numaralı bendinin “e” alt bendinde “işçinin, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması” işverene iş sözleşmesini bildirim sürelerine uymaksızın ve tazminatsız feshetme hakkı veren bir fesih hâli olarak kanunda yer almıştır.
Sadakat borcu, iş ilişkisinin karşılıklı borç doğuran kişisel bir ilişki olmasının doğal bir sonucudur. Sadakat borcunu ihlal eden işçi davranışlarının neler olabileceğinin önceden belirlenmesi ve tek tek sayılması mümkün değildir. Her ne kadar işçinin, işverenin güvenini kötüye kullanması, hırsızlık yapması, işverenin meslek sırlarını ortaya atması gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması işverene haklı sebeple derhal fesih hakkı vermekte ise de; hükümde belirtilen doğruluk ve bağlılığa uymayan bazı hâller örnek olarak sayılmış ve benzeri fiillerin de borcun ihlalini oluşturacağı kabul edilmiştir. Bu durumda, işçinin hangi eyleminin doğruluk ve bağlılığa uymayan davranış olarak kabul edilmesi gerektiği hususunda hâkim, iş ve çalışma hayatının gerekleri ile toplumsal ilişki ve gelenekleri göz önüne alarak somut olayın özelliklerine göre bir sonuca varmalıdır.
Usul hukuku ilkelerine göre normal ve mutad bir duruma dayanan tarafın bu iddiasını ispatlaması gerekmez. Buna karşılık normal durumun aksini ileri süren taraf bunu ispatlamalıdır. O hâlde iş sözleşmesinin derhal feshinde ispat yükü iş ilişkisinin normal biçimde devam ettiğini iddia eden tarafa değil, istisnai durumu, yani karşı tarafın haklı bir fesih nedeni yarattığını, iş ilişkisine devamı çekilmez hâle getirdiğini ileri süren tarafa düşer (Süzek, S.: İş Hukuku, Yenilenmiş 11. Baskı, İstanbul 2015, s. 745).
Bu durumda işveren iş sözleşmesini haklı sebeple feshettiğini iddia ediyorsa, bu iddiasını ispat külfeti altındadır.
Somut olaya gelince, davacı işçinin davalı işyerinde 1995 yılından itibaren hizmet alım sözleşmeleri kapsamında çeşitli firmalar nezdinde ve son olarak Seven İnş. Temz. Turz. ve Tic. A.Ş. bünyesinde çalıştığı dosya kapsamında yer alan bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır.
13.09.2010 tarihli olay tutanağında, 07.09.2010 tarihinde Bursa Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü binasının girişindeki vestiyerin rafında bulunan çikolata paketinin kaybolduğunun belirlendiği, o bölgeye ait kamera görüntülerinin incelenmesinde bahse konu paketin temizlik görevlisi davacı tarafından alındığının tespit edildiği belirtilmiştir. 15.09.2010 tarihinde de davacının bu eylemi sebebiyle iş sözleşmesi 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 25/II-e maddesi gereğin M. Gökçedağ’a ait olduğu ve 13.09.2010 tarihli olay tutanağının Musatafa Gökçedağ ile birlikte Koruma Güvenlik Şefi … ve İnsan Kaynakları Şube Müdür Vekili H. İbrahim Güneş tarafından imzalandığı anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte davalı işveren tarafından kamera görüntüleri sunulmuş olup, diğer taraftan olay tutanağında imzası bulunan … ile H. İbrahim Güneş yargılama sırasında tanık olarak dinlenmiştir.
Davalı tanığı H. İbrahim Güneş ifadesinde, temizlik firması sorumlusunun yanına geldiğini ve kendisine firmadan hediye olarak gelen çikolatanın vestiyerden kaybolduğunu söylediğini, bunun üzerine güvenlik kamera kayıtlarını incelediklerini ve paketi davacının aldığını gördüklerini, davacıya sorduklarında önce durumu kabul etmediğini ancak kayıtlardan bahsettiklerinde bir kere almış bulunduğunu belirttiğini bildirmiştir. Diğer davalı tanığı … ise güvenlik görevlisi olduğundan olay günü kendisinden kayıtları izlemesinin istendiğini, izlediğinde davacının bahsedilen yerden elinde bir paket ile çıktığını gördüğünü, bunun üzerine durumu üstlerine bildirdiğini, sonraki süreç hakkında bilgisinin olmadığını ancak personel müdürü tarafından davacıya sorulduğunda önce eylemini kabul etmediğini, ardından ise paketi aldığını belirterek affedilmesini istediğini, diğer yandan vestiyerin bulunduğu alanın toplantı salonunun karşısında bulunduğunu, toplantı olduğunda katılımcıların eşyalarının konulduğunu, diğer günlerde ise imza föylerinin belirtilen yere konulduğunu, duyduğuna göre şirket sorumlusunun föyleri getirdiğinde paketi oraya bıraktığını, davacının da aldığını beyan etmiştir.
Öte yandan davacı tanığı Bülent Şahin davacının kayınvalidesi olduğunu, beraber davalı işyerinde Seven Temizlik Firması işçisi olarak çalıştıklarını, kurban bayramından üç dört gün önce müdürlerine hediye çikolata geldiğini bunların bir kaçını da kendisinin dağıttığını, şefleri M. G.’ın bir kutuyu da kendisine ayırdığını, davacının da temizlik yaparken vestiyerde bulunan çikolata kutusunu boş zannederek dikiş kutusu olarak kullanmak üzere aldığını, diğer davacı tanığı ise davacının işten çıkışı ile ilgili görgüye dayalı bir bilgisinin olmadığını duyduğu kadarıyla vestiyerin üzerinde bulunan boş bir çikolata kutusunu (içinde iki tane olan) davacının aldığını, bu sebeple iş sözleşmesinin feshedildiğini, vestiyerin bulunduğu yerin binanın girişi olup kimsenin odası olmadığını, her şeyin bırakıldığı bir yer olduğunu beyan etmişlerdir.
Kamera görüntülerinden davacının söz konusu yere eli boş olarak girip, elinde bir kutu ile çıktığı ve delil durumuna göre vestiyerde bulunan çikolata kutusunu aldığı sabittir. Davacı da 11.10.2011 tarihli celsede “…vestiyerde bulunan o paketi boş olduğunu ve atılacak paket olduğunu düşünerek içine iğne iplik koymak amacı ile almıştım.” şeklinde beyanda bulunmuştur.
Mahkemece direnme gerekçesinde çikolata kutusunun konulduğu yerin toz içinde, atıl, kullanılmayan eşyaların konulduğu bir yer olduğu, çikolata gibi gıda maddesi bulunan dolu bir paketin buraya bırakılmasının normal ve beklenen bir davranış olmadığı ayrıca çikolata kutusunun iş yerine ait, davacının kendisine teslim edilmiş ve sorumluluk alanına giren bir eşya olmadığından bahsedilmiş ise de, tüm tanık beyanları ve dosya kapsamından çikolata paketinin dolu olduğu anlaşılmakla paketin tam dolu ya da içinde az çok çikolata olması arasında da bir fark bulunmamaktadır. Nitekim davacı tanığı “içinde birkaç tane çikolata bulunan” paketten bahsetmiş, davacı asil de “paketi boş olduğunu düşünerek aldığını” beyan etmiştir.
Mahkemenin kabulünün aksine boş bir çikolata kutusunun çöp kutusu yerine belirtilen yere bırakılması normal ve beklenen bir davranış niteliğinde olmadığı gibi şirket sorumlusunun boş bir çikolata paketi sebebiyle olayın araştırılmasını ve dahi bu sebeple kamera kayıtlarının incelenmesini istemesi de genel hayat tecrübelerine aykırılık teşkil etmektedir.
Öte yandan davacı temizlik işçisidir. İş yerinde kimsenin olmadığı zaman dilimlerinde temizlik işini ifa eden temizlik görevlilerine işyerindeki tüm eşyalar emanet edildiğinden, kendilerinden tüm bu malzemeleri muhafaza ederek çalışmaları beklenmektedir. Kaldı ki, davacının eyleminin yaratmış olduğu sonuç bakımından, eşyanın sorumluluk alanına giren bir eşya olması ile çalışanların şahsi eşyası hatta iş yerine gelen bir misafire ait eşya olması arasında da bir fark bulunmamaktadır.
Bununla birlikte mahkemece paketin dolu olması hâlinde dahi maddi değerinin azlığına vurgu yapıldığı görülmektedir. Oysa ki izinsizce sahiplenilen eşyanın ekonomik değerinin az olmasının eylemin hukuka aykırılığını ortadan kaldırmayacağı açıktır.
Yine direnme kararında açıklandığı üzere, davacının 15 yıllık bir kıdeme sahip olduğu ve daha önce hiç uyarı cezası dahi almamış olduğu yönündeki gerekçe de sonucu değiştirecek mahiyette değildir. Davacının başkasına ait, dolu olduğu anlaşılan bir çikolata paketini alarak kendisine mal ettiği, bu eyleminin doğruluk ve bağlılığa uymayan bir davranış niteliğinde olduğu, güven sarsıcı bu eylemi sebebiyle iş ilişkisinin sürdürülmesinin davalı işverenden beklenemeyeceği kuşkusuzdur.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davacı işçinin on beş yılı aşkın bir kıdeminin bulunduğu ve çalışma süresi boyunca uyarı cezası dahi almadığı, iş yerinin kamera ile izlendiği ve bunun çalışanlarca da bilindiği bir ortamda belirtilen paketin hırsızlık kastı ile alındığını söylemek mümkün olmadığı gibi içinde az çok çikolata bulunan bir paketin sahiplenilmesi söz konusu olduğundan, bu eylem sebebiyle davacının kıdem tazminatının ödenmeyecek olmasının da ağır bir sonuç olup ölçülülük ilkesi ile bağdaşmayacağı bu itibarla direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca, belirtilen maddi ve hukuki olgular gözetilerek davacının kıdem tazminatı isteminin reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile kabulü doğru olmamıştır.
Açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu sebeple direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 07.02.2018 gününde oy çokluğu ile karar verildi.
Kesinleşen İşe İade Kararı Sonrası İşe Başlatmama Tazminatına Ve Boşta Geçen Süre Ücretine İlişkin Belirsiz Alacak Davası
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO:2015/ 22-3296
KARAR NO:2019/380
KARAR TARİHİ:28.03.2019
ÖZET : Kesinleşen işe iade kararı sonrası açılan kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre ücretinin tahsiline ilişkindir. Dava belirsiz alacak davası şeklinde açılmıştır.
Davacının iş yerinden ayrıldığı 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmayarak iş sözleşmesinin feshedilmiş sayıldığı 09.08.2012 tarihleri arasında yaklaşık iki buçuk yıllık bir süre geçmiş olup, belirtilen zaman zarfında işinden ve iş yerinden ayrı kalan davacı işçinin, iş yerinde kendi pozisyonundaki işçilere ve genel olarak iş yerinde çalışan işçilere ne kadar ücret artışı yapıldığını, ne gibi sosyal haklar sağlandığını bilmesi mümkün değildir.
Şu hâlde dava konusu edilen alacakların hesabına esas ücret miktarı belirsiz olup, ücretteki belirsizlik alacakların miktarını etkileyeceğinden dava konusu edilen alacakların belirsiz olduğunu kabul etmek gerekir.
Hâl böyle olunca, mahkemenin direnme kararı yerindedir.
Dava ve Karar: Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Çorlu İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 18.04.2013 tarihli ve 2012/595 E.- 2013/330 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 23.10.2014 tarihli ve 2013/17948 E.- 2014/29042 K. sayılı kararı ile;
“… Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili, davanın belirsiz alacak davası olduğunu belirterek, davacının iş sözleşmesinin haksız şekilde işverence feshedildiğini buna ilişkin işe iade talepli dosyanın Yargıtay’ca onanarak kesinleştiğini belirterek, kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre ücretinin tahsilini talep etmiştir.
Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davanın reddini istemiştir.
Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.
Gerekçe: Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesine göre,
“(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir.
6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.
Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır. Sadece alacak miktarının taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlenmesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ispatı (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.
Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz.
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak belirlenmesi gerekir.
Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında Yargıtay’ca, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, şahit anlatımlarına dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak takdir edilecek uygun oranda takdiri indirim yapılması gerekliliği kabul edilmektedir. Bu halde, şahit anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oranı baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.
6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.
Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanun’un 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.
Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanun’un 119/1-ğ. maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir. Aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir. Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır. Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanunun 119/1-ğ. maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanunun 119/2. maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir (Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar sayılı kararı).
6100 sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) halinde, talep sayısı sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanunun 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.
Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki, iş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz. Keza aynı şey kısmî dava için söz konusudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede;
Davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı şüphesizdir. Uyuşmazlık konusu kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin alacağı, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre alacağı bakımından, talep içeriğinden açıkça anlaşıldığı üzere, davacı çalışma süresini, en son ödenen ücreti, alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını, hizmet süresine göre kaç gün yıllık izne hak kazandığını ve kaç gün ücretli izin kullandığını belirleyebilmektedir. Tazminat hesaplamasına esas alınacak aylık ücrete ek para veya parayla ölçülebilen sosyal menfaatleri de belirleyebilecek durumdadır. Bu halde kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin alacağı, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre alacağı, belirsiz alacak değildir. Dava konusu edilen alacakların gerçekte belirlenebilir alacak olmaları ve belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri anlaşılmakla, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalı iş yerinde çalışmakta iken iş sözleşmesinin 26.07.2010 tarihinde feshedilmesi üzerine açtığı işe iade davasında işe iadesine karar verildiği ve bu kararın Yargıtay tarafından onandığını, müvekkili işçinin süresi içerisinde işe iade başvurusunda bulunulmasına rağmen davalı işveren tarafından bir aylık yasal süre içerisinde işe başlatılmadığını, çalışma süresinin dört aylık boşta geçen sürenin eklenmesiyle 1 yıl 2 ay 24 gün olduğu, işten çıkarıldığı 26.07.2010 tarihi itibariyle asgari geçim indirimi hariç son aylık ücretinin net 1.700,00TL civarında olduğunu, davalı iş yerinde yemek, servis sosyal yardımları bulunduğunu ancak çifte kayıt sistemi uygulanan iş yerinin resmi bordro ve sigorta kayıtlarında ücretin düşük gösterildiğini, iş sözleşmesinin geçersiz feshedildiği 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihine kadar davalı iş yerinde uygulanan ücret artışları, ücret artışı yoksa yasal asgari ücret artışları, davalı iş yerinde çalışan emsal kişilerin aldığı ücretler dikkate alınarak müvekkilinin işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihi itibariyle alabileceği emsal ücret ve sosyal yardımlar tespit edilerek, talep edilen tazminat ve alacakların müvekkilinin işe başlatılmama tarihi olan 09.08.2012 tarihi itibariyle alabileceği gerçek ücret üzerinden hesaplanması gerektiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti, fark işe başlatmama tazminatı ile fark boşta geçen süre ücreti alacaklarının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davacının, kesinleşen işe iade kararının tebliği üzerine süresi içinde davalı işverene başvurduğu, başvurunun davalı işverene 09.07.2012 tarihinde tebliğ edildiği, davalı işverence davacının bir aylık süre içinde işe davet edildiğine veya başlatıldığına dair dosya içinde delil bulunmadığı, iş sözleşmesinin bir aylık sürenin sonunda 09.08.2012 tarihinde sona erdiği sonucuna varıldığı, davacının yasal süre içinde işe başlatılmadığı, işe iade kararının kesinleşmesine kadar geçen en çok dört aylık sürenin hizmet süresine dahil edilmesi gerekeceğinden kıdeminin 1 yıl 2 ay 24 gün olduğu, davacının kıdem tazminatına ve yıllık izin alacağına hak kazandığı, bilirkişi raporunun açık, denetime elverişli ve hükme esas almaya yeterli olduğundan rapordaki hesaplama sonuçlarının benimsendiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Mahkemece, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 107’nci maddesine değinildikten sonra, alacak miktarının belirlenmesinin yargılama sırasında başka bir olgunun tespit edilmesine bağlı olması durumunda alacağın belirsiz olduğunun kabul edilmesi gerektiği, işveren tarafın baskın konumu nedeniyle özellikle aylık ücretin belirlenmesi konusundaki mevcut zorluklar ve giydirilmiş ücretin tespitinin taraflar arasında ihtilaflı olması, ücretin daha fazla olmasına rağmen asgari ücret üzerinden bildirilmesi, ücrete ilişkin kayıtların sigortaya bildirilen kayıtlar ile uyuşmaması, ücrete dahil edilecek yemek, yol, yakacak, giyim vs. yardımlarının ve diğer ücret unsurlarının değişkenlik göstermesi, ücret araştırması yapılması gerekliliği, hesaplamanın bilirkişi incelemesi gerektirmesi gibi etkenler dikkate alındığında alacak miktarının belirlenmesinin birçok olguya bağlı olduğu görüldüğü, bu olgulardan biri veya birkaçında belirsizlik olması halinde davanın başında alacak miktarının belirli olduğundan bahsedilemeyeceği, ayrıca bütün bu hususları davacıdan yasadaki tabiriyle kesin ve tam olarak bilmesi ve alacak miktarını buna göre belirlemesinin beklenemeyeceği, davacının belirsiz alacak davası açmasını zorlaştırmanın, yasanın sağladığı avantajları da bertaraf edeceği, ayrıca işçilik alacaklarına ilişkin iş davalarında bilirkişilik müessesine de gerek kalmayacağı, zira değerin belirli olması halinde daha dava açılırken her bir alacak kaleminin miktarı da hesaplanarak bildirileceği, direnme kararı verme gerekçelerinden birinin de hukuk birliğinin sağlanması olduğu, zira belirsiz alacak davası konusunda Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ile Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin birbiri ile çelişkili kararlar verdiği, aynı nitelikli kararın bir Dairede onanırken diğer Dairede bozulduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyize getirilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda dava konusu kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin alacağı, fark işe başlatmama tazminatı ile fark boşta geçen süre ücreti alacaklarının belirsiz alacak olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre davacının belirsiz alacak davası olarak eldeki davayı açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle belirsiz alacak davasının hukuki niteliğinden bahsetmekte yarar bulunmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 107’nci maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107’nci maddesinde yer alan;
“1-Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
2-Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
3-Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” şeklindeki hüküm ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen, miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde; “Bu davanın kabul edilmesinin artık salt hukuki korumanın ötesine geçilerek “etkin hukuki koruma”nın gündeme gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda olan kişi, talepte bulunacağı hukuki ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden dolayı talep edeceği miktarı asgari olarak bilmesine ve tespit edebilmesine rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukuki ilişki ile asgari bir miktar ya da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir. Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir. Miktarı belirsiz alacaklarda zamanaşımının dolmasına çok kısa sürenin var olduğu hâllerde yalnızca tespit yahut kısmi eda ile birlikte tespit davasının açılabileceği genel olarak kabul edilmektedir. Alacaklı, yalnızca eda davası veya yalnızca tespit davası yahut kısmi eda ile birlikte külli tespit davası açabilme seçeneklerine sahip olduğu, hak-arama özgürlüğünün (Any.m.36, İHAS.m.6) özünde var olan bu seçenekler, yasa veya içtihat yoluyla yasaklanamayacağı, esasen tam veya kısmi olmasına bakılmaksızın her eda davasının temelinde bir külli tespit unsuru bulunduğu, başka deyimle eda hükmünde tertip olunan her durumun arkasında sorumluluk saptanmasını içeren bir zorunlu ön tespit kabulü mevcuttur.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı kriterler kabul edilmiştir.
Bu kriterler, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
1-Davacının kendisinden beklenememesi,
2-Bunun olanaksız olması,
3-Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.
Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin koruma, usul ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında, davacının yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama riskini azaltmasıdır.
İşçilik alacakları bakımından, dava konusu edilen alacağın belirli olup olmadığı ile ilgili olarak davanın açıldığı tarihte alacağın miktarının yahut değerinin tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenememesi kriteri ile açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktar ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması kriterini birlikte değerlendirip sonuca gidilmesi gerekir.
Kural olarak kişinin alacağını belirleyebilmesi için aynı zamanda belgeye bağlama yetkisinin olması veya bu konuda belge düzenlenip kendisine verilmesi gerekir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 8’inci maddesinin üçüncü fıkrası ile işverene yazılı sözleşme yapılmayan hâllerde en geç iki ay içinde genel ve özel çalışma koşullarını, günlük ya da haftalık çalışma süresini, temel ücreti ve varsa ücret eklerini, ücret ödeme dönemini, süresi belirli ise sözleşmenin süresini, fesih hâlinde tarafların uymak zorunda oldukları hükümleri gösteren yazılı bir belgeyi işçiye verme yükümlülüğü getirilmiştir.
Kanunun 32/2’nci maddesi ile ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkakın kural olarak Türk parası ile iş yerinde veya özel olarak açılan bir banka hesabına ödeneceği, çalıştırdığı işçilerin söz konusu alacaklarını özel olarak açılan banka hesapları vasıtasıyla ödeme zorunluluğuna tabi tutulan işverenler veya üçüncü kişilerin özel olarak açılan banka hesapları dışında bu alacakları ödeyemeyeceği belirtilmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 37’nci maddesi ile işverene iş yerinde veya bankaya yaptığı ödemelerde işçiye ücret hesabını gösterir imzalı veya iş yerinin özel işaretini taşıyan bir pusula verme yükümlülüğü hükme bağlanmıştır. Söz konusu pusulada ödemenin günü ve ilişkin olduğu dönem ile fazla çalışma, hafta tatili, bayram ve genel tatil ücretleri gibi asıl ücrete yapılan her çeşit eklemeler tutarının ve vergi, sigorta primi, avans mahsubu, nafaka ve icra gibi her çeşit kesintilerin ayrı ayrı gösterilmesi zorunluluğu hüküm altına alınmıştır.
Kanunun 67’nci maddesinde, günlük çalışmanın başlama ve bitiş saatleri ile dinlenme saatlerinin iş yerlerinde işçilere duyurulacağı; 75’inci maddesinde ise işverene çalıştırdığı her işçi için işçinin kimlik bilgilerinin yanında, İş Kanunu’nun ve diğer kanunlar uyarınca düzenlemek zorunda olduğu her türlü belge ve kayıtları saklamak ve bunları istendiği zaman yetkili memur ve mercilere göstermek zorunda olduğu bir özlük dosyası düzenlemesi gerektiği yükümlülükleri getirilmiştir.
Söz konusu düzenlemelere bakıldığında işçi işveren arasındaki iş ilişkisinde belgeye bağlama görev ve yetkisinin işçide değil, işverende olduğu görülmektedir.
İş sözleşmesinde iş görme edimini yerine getiren ve belge düzenleme yetkisi ve yükümlülüğü bulunmayan işçinin, alacaklarını belirleyebilmesi için işveren tarafından düzenlenen kanuna uygun belgelere ihtiyacı vardır. Diğer yandan iş ilişkisindeki alacak kalemlerinin hesaplanmasında çıplak ücret ya da giydirilmiş ücrete göre hesaplanan farklı alacak türleri bulunmaktadır. Örneğin kıdem tazminatı, giydirilmiş ücretten hesaplanırken, diğer işçilik alacakları (fazla çalışma, hafta tatili, yıllık ücretli izin alacakları gibi) çıplak ücretten hesaplanmaktadır.
Giydirilmiş ücrete, işçinin asıl ücretine ek olarak sağlanan para veya para ile ölçülebilen menfaatler de dâhil edilmektedir. Özellikle ücrete dâhil edilecek menfaatlerin iş yerinde süreklilik arz edip arz etmediği de çoğunlukla taraflar arasında tartışma konusu edilmektedir. Bu nedenle eğitim düzeyi ve sosyal durumları birbirinden farklı olan işçilerin alacağını tam ve kesin olarak belirleyebilmelerini beklemek mümkün değildir. Bunun için yukarda bahsedilen iki kriter birlikte değerlendirilerek, dava konusu edilen işçilik alacağının belirli olup olmadığına karar verilmesi gerekmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.12.2012 tarihli ve 2012/9-838 E.- 2012/715 K. sayılı kararında belirtildiği üzere, işçilik alacaklarının özelliği dikkate alınarak alacakların belirli olduğunu söylemek mutlak olarak doğru olmadığı gibi aksinin kabulü de doğru değildir. Aynı şekilde bu nedenle talep konusu işçilik alacaklarının belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi daha doğru olacaktır.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.06.2015 tarihli ve 2015/22-1156 E-2015/1598 K., 22.06.2016 tarihli ve 2016/22-874 E.-2016/824 K., 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2177 E.-2018/29 K., 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2181 E.-2018/24 K., 07.03.2018 tarihli ve 2014/22-2350 E.-2018/439 K., 14.03.2018 tarihli ve 2015/22-186 E.-2018/479 K., 28.03.2018 tarihli ve 2015/22-127 E.-2018/559 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler kabul edilmiştir.
Öte yandan işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı konusunda Yargıtay’ın iş davalarına bakan 7, 9 ve 22. Hukuk Daireleri ile Hukuk Genel Kurulu içtihatları arasında ortaya çıkan farklılığın giderilmesi için Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunca yapılan değerlendirme sonucunda 15.12.2017 tarihli ve 2016/6 E.-2017/5 K. sayılı kararı ile “İşçilik alacaklarının çok çeşitli tür, nitelik ve kapsamda olması, somut olayın özelliklerine göre oldukça değişkenlik göstermesi, hatta aynı tür işçilik alacaklarında dahi somut olayın özellikleri itibariyle işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı konusunda soyut ve genel nitelikte, her bir olayda geçerli olacak ölçüde bir karar alınamayacağından, içtihadı birleştirmeye gerek olup olmadığı” ön sorun olarak tartışılmış ve sonuç olarak içtihadı birleştirmeye gerek olmadığı yönünde karar verilmiştir.
Bundan başka 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21’inci maddesinin beşinci fıkrasına göre, işçi kesinleşen mahkeme kararının kendisine tebliğinden itibaren on iş günü içinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmak zorundadır. Aksi hâlde işverence yapılan fesih geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur.
İşveren işe iade için başvuran işçiyi bir ay içinde işe başlatmadığı takdirde en az dört, en fazla sekiz aylık ücret tutarında belirlenen işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süreye ait en çok dört aya kadar ücret ve diğer hakları işçiye ödemek zorundadır.
İşçinin işe iade sonrasında başvurusu üzerine, işe başlatılmayacağının sözlü ya da eylemli olarak açıklandığı tarihte veya bir aylık başlatma süresinin sonunda iş sözleşmesi işverence feshedilmiş sayılır.
İşe başlatmama tazminatının da fesih tarihindeki ücrete göre hesaplanması gerekir. İşçinin işe başlatılmadığı tarih, işe başlatmama tazminatının muaccel olduğu andır.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 21/3’üncü fıkrasında boşta geçen süre ücreti, “kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı süre için işçiye en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödeneceği” şeklinde düzenlenmiştir.
Boşta geçen sürenin en çok dört aylık kısmı içinde gerçekleşen diğer haklar kavramına, ikramiye, gıda yardımı, yol yardımı, yakacak yardımı ve servis hizmeti gibi para ile ölçülebilen haklar dâhil edilmelidir. Söz konusu hesaplamalarda işçinin fiili çalışmasına bağlı alacakların dikkate alınması doğru olmaz.
Boşta geçen süreye ait en çok dört aya kadar ücret ve diğer haklar için, feshi izleyen dönem ücretlerine göre hesaplama yapılmalıdır. Geçersiz sayılan fesih tarihinden sonra boşta geçen en çok dört aylık sürede işçinin çalışması devam ediyormuş gibi ücret ve diğer haklar belirlenmelidir. Boşta geçen en çok dört aya kadar süre içinde ücret zammı ya da yeni bir toplu iş sözleşmesi yürürlüğe girdiğinde, her iki dönem için ayrı ayrı hesaplamaya gidilmelidir.
Kararın kesinleşmesine kadar en çok dört aya kadar hesaplanacak ücret ve diğer alacaklar, işçinin işe iade için başvurduğu anda muaccel olur.
Geçersiz sayılan fesih sonrası davacının işe başlatılmaması hâlinde dört aylık süre ihbar ve kıdem tazminatları ile yıllık ücretli izin alacağını etkileyecektir. Zira dört aylık süre işçinin fiili çalışmasına ilave edilir. Kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık ücretli izin alacağının işe başlatmama tarihi yeni fesih tarihi olduğundan, bu tarihteki ücret üzerinden hesaplanması gerekir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı işçinin davalı iş yerinde 02.09.2009 tarihinde işe başladığı ancak iş sözleşmesinin 26.07.2010 tarihinde feshedilmesi nedeniyle feshin geçersizliğinin tespiti istemiyle açılan dava sonucunda Mahkemece verilen davanın kabulüne ilişkin kararın Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 10.05.2012 tarihli kararı ile onanmasına karar verildiği, davacı asil 29.06.2012 tarihinde kararın tebliğ edildiğini belirterek 04.07.2012 tarihli noter ihtarı ile işe başlatılmasını talep ettiği, ihtarnamenin davalı işverene 09.07.2012 tarihinde tebliğ edildiği ancak bir aylık yasal süre geçmesine rağmen davacının işe başlatıldığına ya da başlatılmayacağına dair davalı işverenden sadır bir belgenin dosyaya sunulmadığı, eldeki davanın ise 10.09.2012 tarihinde açıldığı görülmüştür.
Davacı vekili dava dilekçesinde, müvekkili işçinin iş sözleşmesinin geçersiz feshedildiği 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihine kadar davalı iş yerinde uygulanan ücret artışları, ücret artışı yoksa yasal asgari ücret artışları, davalı iş yerinde çalışan emsal kişilerin aldığı ücretler dikkate alınarak, işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihi itibariyle alabileceği emsal ücret ve sosyal yardımların tespit edilmesi ve talep edilen tazminat ve alacakların bu tarihe göre belirlenecek gerçek ücreti üzerinden hesaplanması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu durumda davacının iş yerinden ayrıldığı 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmayarak iş sözleşmesinin feshedilmiş sayıldığı 09.08.2012 tarihleri arasında yaklaşık iki buçuk yıllık bir süre geçmiş olup, belirtilen zaman zarfında işinden ve iş yerinden ayrı kalan davacı işçinin, iş yerinde kendi pozisyonundaki işçilere ve genel olarak iş yerinde çalışan işçilere ne kadar ücret artışı yapıldığını, ne gibi sosyal haklar sağlandığını bilmesi mümkün değildir.
Şu hâlde dava konusu edilen alacakların hesabına esas ücret miktarı belirsiz olup, ücretteki belirsizlik alacakların miktarını etkileyeceğinden dava konusu edilen alacakların belirsiz olduğunu kabul etmek gerekir.
Hâl böyle olunca, mahkemenin direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre davalı vekilinin davanın esasına yönelik diğer temyiz itirazları incelenmediğinden, bu yönde inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ: Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin işin esasına ilişkin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 22. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 28.03.2019 gününde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.