Avukatın Haksız Yere Savcılığa Şikayet Edilmesi, Manevi Tazminat Gerektirir
Vekalet Sözleşmesi 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 502. maddesinde, “vekilin vekalet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmış olup, tarafların karşılıklı güvenine dayanan bir sözleşmedir. Vekilin işbu sözleşme gereğince bir özen borcu bulunmaktadır. Vekilin özen borcu, sözleşme ile kendisine yüklenilen işin vekalet eden yararına sonuç doğurmasına gayret göstererek ifa etmesi ve müvekkil açısından zarar doğurabilecek davranışlardan kaçınılmasıdır. TBK’nin 506. maddesine göre de vekilin özen borcunun belirlenmesinde, benzer alanlarda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranışlar esas alınır.
Avukatlık Kanununun 62. Maddesine göre de Avukatın görevini kötüye kullanması durumunda, Türk Ceza Kanununun görevi kötüye kullanmaya ilişkin hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
Lakin avukatın görevini kötüye kullandığına yönelik olarak bir iddia ile avukatı savcılığa şikayet eden kişinin, yapmış olduğu şikayetinin haksız olması durumunda manevi tazminat ödemesi gerektiği Yargıtay Hukuk Kurulu tarafından karara bağlanmıştır.
Buna göre Sayın Kurul 2017/1372 E. ve 2018/1106 K. sayılı kararıyla
...
Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenleme ve ilkelerin ortaya konulmasında yarar vardır: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 24. maddesinde: “Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar yada kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.” hükmü yer almaktadır.
…
Burada kural olarak doğrudan doğruya zarar görme koşulu aranmaktadır. Ancak kişilik değerlerinin kapsam ve çerçevesi, yerleşik değer yargılarına ve yaşam deneyimine bağlı olarak belirlenmelidir. BK’nın 49. maddesi genel bir düzenleme olup, öngördüğü koşullar gerçekleştiğinde, ruhsal uyum dengesi sarsılanın, kişilik değerlerine saldırı nedeniyle manevi tazminat isteyebilmesi olanağı vardır.
Manevi tazminat isteminin temelinde, davalının haksız eylemi yatmaktadır. Bilindiği üzere haksız eylemin unsurları, hukuka aykırı fiil, kusur, zarar ve fiil ile zarar arasında illiyet bağı bulunmasıdır. Davalının avukatı olan davacının, açtığı işe iade davasının davalı lehine sonuçlanmasından sonra, açılacak tam yargı davası için davalının başka avukata vekâletname vereceğini söyleyerek davacıya vekâlet ilişkisinin sona erdiğine ve davacıyı ibra ettiğine dair imzalı bir yazı verdiği, ancak davacının yanında sigortalı olarak çalışan avukatın ibranameyi fark etmeyerek davalı hakkındaki tam yargı davasını da diğer davalarla birlikte açtığı, durumu fark eden davacının davanın hataen açıldığını belgelemek istediği ancak bu sırada ibranameyi kaybettiği, bunun üzerine davalı tarafından davacıya noter aracılığıyla bir ihtarname gönderilerek mesleğinin gerektirdiği hassasiyeti göstermediği iddiasıyla 6.000,00 TL ödemediği takdirde davacı hakkında yasal yollara gideceğini, İstanbul Barosuna ve Cumhuriyet Savcılığına şikâyette bulunacağını bildirdiği, davacının herhangi bir ödeme yapmaması üzerine davalının İstanbul Barosuna ve Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığına şikâyet dilekçesi verdiği, ayrıca Kadıköy 3. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi – manevi tazminat istemiyle dava açtığı, davacı hakkında görevi ihmal suçundan açılan kamu davasında yargılama yapıldığı sırada davacının ibranameyi bir başka dosya içinde bularak mahkemeye sunduğu, davalının mahkemedeki beyanında ibranamenin altındaki imzanın kendisine ait olmadığını belirterek imza inkârında bulunduğu, Ağır Ceza Mahkemesince yaptırılan imza incelemesi sonucu ibranamedeki imzanın davalıya ait olduğunun belirlendiği, bunun üzerine davacının beraatine karar verildiği, beraat kararı ile birlikte davalı hakkında suç duyurusunda bulunulduğu, açılan kamu davasının yargılaması sonucu davalının iftira suçundan cezalandırılmasına karar verildiği, ancak temyiz aşamasında zamanaşımına uğradığı, davacı hakkında Baro Yönetim Kurulunca yapılan disiplin soruşturmasında ceza yargılamasının sonucunun beklendiği, davacının yıllarca İstanbul Barosu kayıtlarında şikâyet edilen avukatlar arasında yer aldığı anlaşılmaktadır.
…
Eldeki davada, davalının vekâlet ilişkisinin sona erdiğine ve davacıyı ibra ettiğine dair imzalı bir yazı vermiş olmasına rağmen, davacının ibranameyi kaybetmesi üzerine davacı hakkında gerek Cumhuriyet Savcılığına, gerek İstanbul Barosuna şikâyet dilekçeleri vermek, gerekse hukuk mahkemesinde tazminat talebiyle dava açmak suretiyle hak arama özgürlüğünün kötüye kullanıldığı, Anayasal şikâyet hakkının sınırlarının aşıldığı ve böylece davacının kişilik haklarına saldırıda bulunduğu hususunda herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Bunun yanında davacı lehine hükmedilen manevi tazminat miktarına da bakıldığında olay tarihi, taraflar arasındaki olayların gelişim şekli, hakkındaki şikâyetler üzerine soruşturma ve dava sürecinde davacı tarafından yaşanan üzüntü ve endişe, mesleki ve kişisel itibar kaybı ile tarafların ekonomik ve sosyal durumları dikkate alındığında, hükmedilen manevi tazminatın miktarı makul olup, objektif ölçülere göre takdir edildiği ve fazla olmadığı kanaatine varılmıştır.
şeklindeki hüküm kurarak bu konuyu açıklamıştır.
Kapalı Alanlarda Arama Yapılabilmesi İçin İhtiyar Heyetinden veya Komşulardan İki Kişi Bulundurulması Gerekmektedir.
5271 Sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunun 119.maddesi kişilerin konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama, hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet Savcısının yazılı emri ile yapılabileceğini belirtmiştir. Bu maddenin 4. fıkrası da Cumhuriyet Savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmesi için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin bulunması gerektiğini hüküm altına almıştır.
Yargıtay 20. Ceza Dairesi de 2018/5887 E. ve 2020/3545 K. sayılı kararıyla “… CMK’nın 119. maddenin 4. fıkrasında, “Cumhuriyet Savcısı hazır olmaksızın konut, iş yeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulur.” şeklinde düzenleme bulunduğu, sanığın savunmalarında bu kapsamda itirazlarını ileri sürdüğü, dolayısıyla arama sırasında ihtiyar heyeti azalarından veya komşularından bir kişinin eksik bulundurulmuş olmasının kanuna aykırılık teşkil ettiği, delillerin sıhhatini şüpheli hale getiren bir durumun söz konusu olduğu, bu arama sonucu bulunan uyuşturucu madde hem “suçun maddî konusu” hem de “suçun delili” olup hukuka aykırı yöntemle elde edildiğinden hükme esas alınamayacağı, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 28/05/2015 tarih 2013/464 esas 2015/132 karar sayılı kararında belirtildiği üzere dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda ise sanığın mahkûmiyetine yeterli her tülü şüpheden uzak, kesin başkaca delil de bulunmadığı gözetilmeden sanığın atılı suçtan beraati yerine mahkûmiyetine karar verilmesi kanuna aykırı, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olup, Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesinin, 27/09/2018 tarih 2018/2232 esas ve 2018/1258 karar sayılı kararı hukuka aykırı bulunduğundan , 5271 Sayılı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca, BOZULMASINA” şeklinde karar vererek Savcı hazır olmaksızın kolluk tarafından kapalı alan aramalarında ihtiyar heyetinden veya komşulardan 2 kişinin arama mahallinde bulundurulmaması durumunda, arama sırasında elde edilen delillerin hukuka aykırı olarak sayılacağını ve hükme esas alınamayacağını belirtmiştir.
Mahkeme Kuracağı Gerekçeli Kararda Tarafların Tüm İddialarını Gerekçelendirmek Zorunda Değildir.
6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hükmün Kapsamı” Başlıklı 297. maddesi ve 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 34. maddesi, Anayasanın 141. maddesinde de belirtilen şekilde mahkemeler tarafından verilmesi gereken kararların gerekçeli olması gerektiğini belirtmiştir.
Gerekçeli kararlar da ise tarafların tüm iddialarının gerekçelendirilerek irdelenmesi gerekip gerekmediği ise Anayasa Mahkemesinin 28.01.2021 tarihinde vermiş olduğu 2018/12600 Başvuru Numaralı kararında açıklanmıştır.
Anayasa Mahkemesi ilgili kararında “Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiş ancak gerekçeli karar hakkından açıkça söz edilmemiştir. Bununla birlikte Anayasa’nın 36. maddesine “adil yargılanma” ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki hakkaniyete uygun yargılanma hakkının kapsamına gerekçeli karar hakkının da dâhil olduğunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birçok kararında vurgulamıştır. Dolayısıyla Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının gerekçeli karar hakkı güvencesini de kapsadığının kabul edilmesi gerekir.
Anayasa’nın 141. maddesinin üçüncü fıkrasında da “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.” denilerek mahkemelere kararlarını gerekçeli yazma yükümlülüğü yüklenmiştir. Anayasa’nın bütünlüğü ilkesi gereği, anılan Anayasa kuralı da gerekçeli karar hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulmalıdır.
Gerekçeli karar hakkı, kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamayı ve denetlemeyi amaçlamaktadır. Bu hak, tarafların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddialarının kurallara uygun biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri ve demokratik bir toplumda kendi adlarına verilen yargı kararlarının sebeplerini toplumun öğrenmesinin sağlanması için de gereklidir.
Mahkemelerin anılan yükümlülüğü, yargılamada ileri sürülen her türlü iddia ve savunmaya karar gerekçesinde ayrıntılı şekilde yanıt verilmesi gerektiği şeklinde anlaşılamaz. Ancak derece mahkemeleri, kendilerine sunulan tüm iddialara yanıt vermek zorunda değilse de davanın esas sorunlarının incelenmiş olduğu gerekçeli karardan anlaşılmalıdır.
Kanun yolu incelemesi yapan mercinin yargılamayı yapan mahkemeyle aynı sonuca ulaşması ve bunu aynı gerekçeyi kullanarak veya atıfla kararına yansıtması kararın gerekçelendirilmiş olması bakımından yeterlidir.
Bir davada tarafların -hukuk düzenince- hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri için usulüne uygun şekilde oluşturulmuş, hükmün içerik ve kapsamı ile bu hükme varılırken mahkemenin neleri dikkate aldığı ya da almadığını gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması gerekçeli karar hakkı yönünden zorunludur.”
şeklinde karar vererek mahkemelerin başvurucunun tüm iddialarını gerekçelendirmek zorunda olmamakla birlikte, sonuca etkili olan temel iddiaları yanıtsız ve değerlendirme dışı bırakamayacağını belirtmiştir.
,
Müdafinin Müvekkili Adına HAGB’yi Kabul Etmemesi Ancak Vekaletnamede Özel Yetki Bulunuyorsa Mümkündür.
5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun 231. Maddesi Hükmün Açıklanması Müessesesini Düzenlemekte olup, ilgili maddenin 5. Fıkrası “Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıl veya daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder.” HAGB’nin tanımı yapmakta, 6. fıkrası ise hangi durumlarda HAGB’nin sanığa uygulanabileceğini belirtmiştir. Sanığın kendisine uygulanacak HAGB’yi kabul etmemesi ise HAGB müessesini ortadan kaldırmakta, mahkemenin sanık hakkında hüküm kurmasını gerekmektedir.
HAGB uygulanmasını kabul etmemek ise kişiye sıkı sıkıya bağlı bir haktır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu 22.10.2019 tarihinde vermiş olduğu 2015/12-225 E. ve 2019/616 K. sayılı kararıyla “Sanığın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını kabul etmediğine dair beyanı niteliği itibarıyla şahsa sıkı surette bağlı bir hak ve yetkidir. Şahsa sıkı surette bağlı haklar kanunda tek tek sayılmamakla birlikte genel olarak öğretide, kişinin sadece kendisinin kullanabileceği, başkasına devredilemeyen ve miras yoluyla geçmeyen haklar olarak açıklanmaktadır. Evlenme, nişanlanma, nişanı bozma, evlat edinilmeye razı olma ve şikâyetten vazgeçme gibi bu tür haklar insanın kişiliğini yakından ilgilendirdiğinden, bunların kullanılmasına karar verme yetkisi başkasına bırakılmamıştır. Ancak, Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre, vekil aracılığıyla kullanılabilen şahsa sıkı sıkıya bağlı haklar ancak vekâletnamede bu hususta özel bir yetkinin bulunması hâlinde vekil tarafından kullanılabilir. Bu hakların vekil aracılığı ile kullanıldığı hâllerde ya bu hususta avukata verilmiş özel bir yetki bulunmalı ya da bu yetki bulunmaksızın avukat tarafından gerçekleştirilen işleme hak sahibi sonradan izin vermelidir.” şeklinde hüküm kurarak, sanık müdafinin ancak kendisine vekaletnamede bu konuda özel bir yetki verilmesi durumunda müvekkili adına HAGB’yi kabul edemeyeceğine hükmetmiştir.
Kişinin Kendisine Yapılan Hakareti Telefonu ile Kaydetmesi Hukuka Aykırı Delil Olarak Değerlendirilemez
Ceza yargılamasında, suçun işlenip işlenmediği ve failin kim olduğu araştırılmaktadır. Bu araştırma, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için yapılır. Ancak, maddi gerçeği araştırma, ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilemez. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de 6. maddesinde “adil yargılama” hakkı ile ilgili ilkelerde de, hukuka aykırı yollara başvurulmaması için, ceza yargılamasında maddi gerçeğin araştırılmasında, uyulması zorunlu bazı sınırlamalar öngörülmektedir
Ülkemiz hukukunda ise, Anayasanın suç ve cezalara ilişkin esaslarını düzenleyen 38. maddesinde Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulguların, delil olarak kullanılamayacağı, Ceza Muhakemesi Kanununda ise Yüklenen suçların ancak hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş delillerle ispat edilebileceği düzenlenmiştir.
Yargıtay 18. Ceza Dairesi 16.05.2017 tarihinde vermiş olduğu 2015/33931 E. ve 2017/5905 K. sayılı kararıyla “Kişinin kendisine karşı işlenmekte olan bir suçla ilgili olarak, bir daha kanıt elde etme olanağının bulunmadığı ve yetkili makamlara başvurma imkanının olmadığı ani gelişen durumlarda karşı tarafla yaptığı konuşmaları kayda alması halinin hukuka uygun olduğunun kabulü zorunludur. Aksi takdirde kanıtların kaybolması ve bir daha elde edilememesi söz konusudur.
Öğretide, ‘Meşru müdafaa olarak değerlendirilebilecek, örneğin hakaret, tehdit veya şantaj suçlarına muhatap olan ve o an konuşmaları kayıt altına alan mağdurun elde ettiği bu delil hukuka uygun sayılacaktır (Prof. Dr. Ersan Şen, Türk Hukuku’nda Telefon Dinleme, Gizli Soruşturmacı, X Muhbir, 2. Baskı, sf. 74), “… ‘kayıt altına alma’ gerçekleşen bir haksız saldırıya karşı, ‘kayıtları takip organlarına verme’ ise tekrarı muhakkak bir haksız saldırıya karşı yapılmaktadır. Yani her ikisi de meşrudur. Netice olarak, meşru savunma çerçevesinde hareket ettiğinden, üzerinde durulan sorunda mağdurun eyleminin haberleşmenin gizliliğini ihlal veya kişiler arasındaki konuşmaların kayda alınması ya da benzeri başka bir suça vücut vermediği gibi, yapmış olduğu kayıtların da hukuka uygun olarak ele geçirilmiş olduklarından pekala delil olarak değerlendirilebileceği söylenebilir.” (Yrd.Doç. Dr. Ali İhsan Erdağ, TBB Dergisi, 2011(92), sf. 54) şeklinde görüşler mevcuttur.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Katılanın, sanıkla telefonda yaptığı görüşmeleri kayıt etmek suretiyle elde ettiği kayıtların, 5271 Sayılı CYY’nın 135. maddesi kapsamında değerlendirmesi, bu bağlamda hakim kararı olmadığından bahisle hukuka aykırı kabul edilmesi olanaklı olmayıp, kendisine karşı işlendiğini iddia ettiği tehdit ve hakaret suçlarıyla ilgili olarak, bir daha elde edilme olanağı bulanmayan kanıtların, yetkili makamlara sunulmak amacıyla toplandığının, dolayısıyla hukuka uygun olduğunun kabulü gerekmektedir.” şeklinde bir hüküm kurarak kişinin kendisine yapılan hakareti telefonu ile kaydetmesinin hukuka aykırı delil olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir.
Hukuka Aykırı Elde Edilen Deliller Sanık Lehine Kullanılabilir
Ceza yargılamasında, suçun işlenip işlenmediği ve failin kim olduğu araştırılmaktadır. Bu araştırma, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için yapılır. Ancak, maddi gerçeği araştırma, ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilemez. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de 6. maddesinde “adil yargılama” hakkı ile ilgili ilkelerde de, hukuka aykırı yollara başvurulmaması için, ceza yargılamasında maddi gerçeğin araştırılmasında, uyulması zorunlu bazı sınırlamalar öngörülmektedir
Ülkemiz hukukunda ise, Anayasanın suç ve cezalara ilişkin esaslarını düzenleyen 38. maddesinde Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulguların, delil olarak kullanılamayacağı, Ceza Muhakemesi Kanununda ise Yüklenen suçların ancak hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş delillerle ispat edilebileceği düzenlenmiştir.
Hukuka aykırı bir şekilde elde edilen delillerin ise sanık/şüphelinin lehine kullanılıp kullanılamayacağı ise bir tartışma konusudur.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi 08.05.2017 tarihinde vermiş olduğu 2016/2524 E. ve 2014/5338 K. sayılı kararında ise ” Buna göre yargılamanın bir bütün olarak adil yapılmış sayılması dahi hukuka aykırı dinleme tutanaklarının delil olarak kullanılabileceği anlamına gelemez. Ancak, kanuna aykırı olarak elde edilmiş iletişimin dinlenilmesi kayıtlarının sanığın anayasal haklarının ihlali sonucu elde edilmiş olması sebebiyle hükme esas alınamayacağı hususundaki yegane istisna bu kayıtların sanığın lehine delil olarak kullanılabilecek olmasıdır.
Yukarıda açıklanan gerekçeler, oluşa ve dosya içindeki tüm delillere göre; mahkemece hükme esas alınan iletişimin dinlenmesi ve uzatma kararları ile elde edilen ve hükme esas alınan delillerin hukuka aykırı olup yasak delil niteliğinde olduğu, sanıklar hakkında yapılan teknik takip, izleme ve iletişimin tespiti tedbirlerinin hukuka uygun delil olarak kabul edilemeyeceği gözetilerek hukuki durumlarının takdir ve tayin edilmesi gerekirken yazılı şekilde bu delillerin hükme esas alınmak suretiyle sanıkların mahkumiyetlerine karar verilmesi gerekmektedir.”
şeklinde bir hüküm kurarak hukuka aykırı yollarla elde edilen delillerin şüpheli veya sanık aleyhine kullanılamaz ise de lehine kullanabileceğini belirtmiştir.
İddianamede Belirtilmeyen Eylem Sebebiyle Sanık Hakkında Mahkumiyet Kararı Verilemez
Ceza Muhakemesi Kanununun 225. maddesi gerek hukukun temel ilkeleri, gerekse de temel insan haklarını gözeterek “Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir.” şeklinde bir hüküm kurmuş ve iddianamede belirtilmeyen bir suça ilişkin bir ceza verilemeyeceğini belirtmiştir. Bu bakımdan mahkeme işlenen fiil dolayısıyla yeni bir suçun oluştuğunu bildiriyorsa bunu savcılık makamına bildirir ve yeni bir iddianame hazırlanmasını ister.
Ayrıca Mahkeme iddianamede belirtilmeyen bir suç hakkında sanığa savunma hakkı verse bile bu konuda bir mahkumiyete hükmedemez. Nitekim Yargıtay 18. Ceza Dairesi 15.01.2020 tarihinde vermiş olduğu 2019/3555 E. ve 2020/1028 K. sayılı kararıyla
“CMK’nın 170/3-6. maddesi uyarınca iddianamede “yüklenen suç ve uygulanması gereken kanun maddeleri, mevcut delillerle ilişkilendirilerek yüklenen suçu oluşturan olaylar” gösterilecek, aynı Kanun’un 225. maddesine göre de hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilecektir. İddianame, sanığa isnat edilen ve suç sayılan maddi fiilleri, yerini, zamanını açıkça göstermeli, hukuki nitelendirmesi yapılan fiilin, kanunda karşılığı olan suç ve cezası hakkında bilgi içermelidir. İsnat edilen suçun dayanağı olan maddi olaylar hakkında savunmasını yapabilecek şekilde sanığın bilgilendirilmemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkına ilişkin 6/3-a maddesinin ihlaline de yol açacaktır.
Somut olayda; sanık hakkında işyeri dokunulmazlığını ihlal ettiğine dair açılmış bir kamu davası bulunmaması karşısında, iddianamedeki eylem ile bağlılık kuralı dikkate alınmayıp, dava açılmayan işyeri dokunulmazlığını ihlal etme suçundan ek savunma verilerek sanık hakkında mahkumiyet kararı verilmesi suretiyle, CMK’nın 225/1. maddesine aykırı davranılması….
Kanuna aykırı, sanık … müdafi ile katılan … vekilinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnameye aykırı olarak, HÜKÜMLERİN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 15/01/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
şeklinde bir hüküm kurarak iddianamede belirtilmeyen eylem sebebiyle sanık hakkında mahkumiyet kararı verilemeyeceğini belirtmiştir.
Sanık ile Mağdur Arasında Geçmişte Bir Husumet Bulunması Durumunda Müştekinin Somut Delillerle Desteklenmeyen Beyanının Hükme Esas Alınamaz
Beyan deliline dayanan deliller ceza muhakemesi hukukunda özellikle başka delilin elde edilemediği durumlarda çok önem kazansa da kural olarak tek başlarına mahkumiyet kararı verilebilmesi için yeterli değildir. Zira sübjektif bir delil olan ve kişinin algısından , sağlık durumundan, sanık ile aralarında olan husumetten ve psikolojisinden etkilenebilen beyan delillerinin salt gerçeği ortaya çıkarması mümkün olamayacaktır.
Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu 02.06.2015 tarihinde 2013/14 E. ve 2013/376 K. Sayılı kararında “…sanık ile katılanlardan O.A. arasında husumet bulunması, sanığın tüm aşamalarda ısrarlı ve istikrarlı biçimde katılanlarla tartıştığını ancak hakaret etmediğini ve cinsel tacizde bulunmadığını yaklaşık on yıldır aynı işyerinde çalıştığını savunması hususları birlikte dikkate alındığında, sanığın atılı suçları işlediği şüphe boyutunda kalmaktadır. Mahkûmiyet hükmü kurulabilmesi için suçun sabit olması, aksi durumda ise şüpheden sanık yararlanır ilkesi uyarınca sanığın beraatine hükmolunması gerekmektedir.” şeklindeki hükmü ile sanık ile mağdur arasında geçmişte bir husumet bulunması durumunda müştekinin somut delillerle desteklenmeyen beyanının hükme esas alınamaması gerektiğini belirtilmiştir.
Şikayete Tabi Olan Suçlarda, Şikayetten Vazgeçtikten Sonra Tekrar Şikayetçi Olmak Hukuki Sonuç Doğurmaz
Ceza Muhakemesinde kamusallık ilkesinin bir gereği olarak, suç şüphesi öğrenildiği andan itibaren, soruşturma makamı re’sen harekete geçerek gerekli incelemeyi yapmakla yükümlüdür. Lakin re’sen harekete geçme ilkesinin Türk Ceza Kanununda belki de en önemli istisnası 73. madde de öngörülen şikayet makamıdır. İlgili bu kanun maddesine göre soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olan suç hakkında yetkili kimse altı ay içinde şikayette bulunmadığı takdirde soruşturma ve kovuşturma yapılamaz.
Yetkili kimsenin şikayetten vazgeçtikten sonra tekrar şikayetçi olması ise Yargıtay 12. Ceza Dairesi 04.02.2020 tarihinde vermiş olduğu 2019/1079 E. ve 2020/1071 K. sayılı kararıyla
“…Sanığın üzerine atılı taksirle yaralama suçunun TCK’nın 89/5. maddesine göre soruşturulmasının ve kovuşturulmasının şikayete bağlı olduğu, kaza neticesinde yaralanan mağdurun 07.11.2014 tarihinde saat 13.45’te zorunlu vekil eşliğinde kollukça alınan beyanında şikayetçi olmadığını belirttiği, aynı gün saat 15.05’te tekrar kolluğa gelerek şikayetçi olduğunu belirttiği ancak şikayetten vazgeçmeden sonra tekrar şikayetçi olmanın hukuki sonuç doğurmayacağı, ayrıca olayda bilinçli taksir halininde de bulunmadığı anlaşılmakla, sanık hakkındaki kamu davasının şikayet yokluğu sebebiyle düşmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmiş olması Kanuna aykırı olup, sanık müdafinin ve katılan vekilinin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden, 5320 Sayılı Kanun’un 8. maddesi ve halen uygulanmakta olan 1412 Sayılı CMUK’un 321. maddesi uyarınca hükmün isteme uygun olarak BOZULMASINA, 04/02/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
şeklinde hüküm kurarak şikayete tabi olan suçlarda, şikayetten vazgeçtikten sonra tekrar şikayetçi olmanın hukuki sonuç doğurmayacağını belirtmiştir.